Döviz kazancından vergi alınsın mı? Yusuf Dinç
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak bilgi yayımlıyor.
Yeni Şafak, perşembe günü döviz kazançlarından neden vergi alınmadığını sorguladığı bir manşet attı. Finansal piyasalara teslim şartlarında elbette manşet tepkiyle karşılandı.
Finansal piyasaların tabuları dünyada yıkılırken fikri hürriyetini kaybetmemiş biri olarak meseleyi tartışmaya değer buldum. Kendi düşüncemi fikir ummanının sonsuz genişliğinde yegâne kara parçası olarak görmem. Ezber teorileri de… Bu meselenin de finansal piyasalara dair başka meselelerin de tartışılması lazım. Çünkü en çok finansal piyasaları konuşuyormuşuz gibi gözüksek de yapısal olarak hiç konuşmuyoruz.
Mesela enflasyon telafisi kazanç sayılmayacaksa stopaj mevduat faizinin neden tümünden alınıyor? Madem enflasyon kadarki kısmı kazanç sayılmıyor faizin hepsinden değil, varsa pozitif reel faiz kısmından vergi alınsın. Faiz ileri dönük gayrimeşru bir taahhüt olsa da meşrulaştırılan biçimi geriye dönük bir tahakkuk sonuçta.
Daha birçok tartışmayı açabilirim ama manşete döneceğim.
Manşetin üst başlığındaki “Dünyada eşi benzeri görülmemiş soygun: Döviz-faiz-enflasyon” asıl çarpıcı olan kısımdı.
Dövizin enflasyon geçişkenliğini biliyoruz. Yani döviz enflasyon yapıyor. Faizin enflasyon geçişkenliğini de biliyoruz. Yani faiz de enflasyon yapıyor. Bunlar enflasyon yaptığı için de dövizin ve faizin yeniden arttığını biliyoruz. Böylece döviz-faiz-enflasyon döne döne sarmaşa sarmaşa açıla saçıla bir helezonik girdap oluşturuyor. Böylece perpetual soygun denilebilecek bir durum oluşuyor.
Para sisteminin ve faizin bütün kusurlarını kendi aleyhimize normalleştirip kendi kendimizi soyuyoruz. Soyulmaya teorik olarak ikna ediliyoruz. Teori kusurluyken üstelik…
Bu düzenin az bir zamanı kaldı. Aklı başında bir nesil elinin tersiyle itecektir bu denklemleri.
Gelelim döviz kazançlarından vergi alınmasına. Haberin içeriğinde kurumların kur farklarının vergi konusu olduğu gibi teknik detaylar ve ülke uygulamaları detaylı şekilde verilmiş. O yüzden bunlar üzerinde durmayacağım. Düşünsel yönüne bakacağım.
Vergi, kazancın meşruiyetinin bedelidir. Vergi konusu varlığın hukuken geçerli yollarla edinilmiş olduğu teyit edilir.
Ben paranın yatırım aracı olmadığını savundum hep. Döviz kazancını da reddediyorum. Bu yüzden döviz kazancına vergi konularak meşruiyet kazandırılması benim zihnimde yanlıştır. Ama madem döviz işlemi yapanlar kâr amaçlı bunu yapmaktadır; bir verginin muhatabı olmayı da göz önüne almalıdırlar. Bu yönüyle sanırım döviz kazancına vergi konulmasına karşı çıkanlar en son karşı çıkacak olanlardır.
Kur atağı piyasa için serbestlikle lakaytlık farkını idrakte hâlâ zorlanan Türkiye’nin TL’sine mutlak kaybettirir. Ve ülkenin geleceğiyle risksiz bir kumar oynadıklarını bilirler...
Sonra vergiyi bir operasyon önleyici olarak görmem. Operasyona ancak karşı operasyonla karşılık verilir. Türkiye’nin kur ataklarını hak ettiğini kabul eden zihniyeti de sistem dışına bir itmek gerekir. Hele ekonomi yönetiminin içindelerse...
Kur-demokrasi, kur-Batıcılık, kur-Doğuculuk, kur-hukuk, kur-rüşvet soruşturmaları ilişkisi kurabilen zihinler çarpıktır.
Yani kur için demokrasi isteyen, kur için Batıcılık isteyen, kur için hukuk isteyen; yabancı sermaye girişi için rüşvete, irtikaba, yolsuzluğa göz yumulmasını isteyen her kimse bu ülkeye fayda değil, zarar vermektedir. Bunlar iyi şeylerse iyi oldukları için istenmelidir. Kur ister kendini iyiye göre ayarlasın ister ayarlamasın…
Vatandaşın döviz işlemi yapabilmesinin serbest olup olmaması gerektiği de tabu değil, tartışılabilir bir konudur. Çoğu ülke dış ticaretle iştigal etmeyenlerin döviz hesabı açmasına müsaade etmez. Türkiye’de de kısıtlama getirilebilir. Dövize endeksli hesaplar, kıymetli maden hesapları vesair gibi alternatifler var zaten. Hiç farkı yok. Fakat Türkiye’nin enerjisini döviz işlemlerini kısıtlamak yerine piyasa vesayetini belinden kırmaya odaklaması daha yerinde olur.
Peki piyasa vesayetinin beli nasıl kırılacak? Piyasa üzerinden Türkiye’nin disipline edilmesine nasıl dur denilecek?
Bu konu hassas bir konu. Çünkü piyasanın regüle edici rolü hükümetler tarafından da benimsenir. Devletler piyasaya eliyle reel kesimi regüle eder. Bunda beis görülmez, akıllıca kabul edilir. Kayıtdışılığın regüle edilmesi, mali tablo özeni sağlanması, yeşil dönüşüm gibi çok boyutlu bir regülasyon kapasitesi de hakikaten vardır. Böylece reel kesimin Batı finansal sistemine entegre edilmesi amaçlanır. Fakat piyasa inisiyatif alarak işi hükümetin disipline edilmesine getirince bir durup düşünmek gerekir. Amerika da buna maruzdur, Türkiye de başka ülkeler de… Piyasa için hakikaten ekonominin sıhhati mi yoksa başkaca ajandalar mı önceliklidir, diye herkes kendisine sormalıdır.
Ben Türkiye’nin çaresini Türkiye’nin rezervlerinin Merkez Bankası rezervine dahil edilmesinde görüyorum. Yani hanehalkı altınlarının…
Ekonomi yönetiminin klasik anlamda bir rezerv yeterliliği yerine rezerv hedefi benimsemesi kuralların baştan konulacağı yeni bir düzene giderken daha doğru bir strateji olur. Hedef elbette değerli metalleri konu edinmelidir.
Merkezin mesela 500 küsur ton altınını 700 tona ya da 800 veyahut 1000 tona çıkarması piyasa üzerinde nasıl bir kontrol gücü kazandırır? Trump’ın ifadesiyle altını olanın kuralı koyacağı bir dünya hazırlanırken… Sadece hedef koyması dahi etki yapacaktır.
Böyle bir rezerv zaten var ama sirkülasyonda değil. Sirküle etmenin yolu ise altınla kavgayı bitirmek, Kapalıçarşı’yı ve kuyumcuları sisteme entegre etmek, fiziki altın alındığı ve her zaman da alınacağı olgusunu kabul etmek. Kaydi sistem küçük bir kısmını çözdü.
Birçok kuyumcunun saklama hizmeti verdiğini biliyoruz. Fena durumlarla haber bile oldular. Vedia veya karz veya her ikisine birden (karma) benzeyen bu hizmet bildiğimiz cari hesaptan farksızdır. “Öyle mi, hemen soruşturma başlatalım,” demek yerine güvenilir bir mekanizmaya dönüştürmek düşünülemez mi?
KAD-SİS (Kuyumcu Altın Değerleme Sistemi) sisteminin varlığını da biliyoruz. Her şeyi kayıt altına alma imkânı olduğunu da biliyoruz. Gerekirse yeni bir mekanizma kurulur. Şeffaf biçimde varlıklar tutulur.
Ziynet ziynettir ancak diğer altınlarını evde tutanları güvence sağlanan bir mekanizmadan yararlandırmak işlevsel olmaz mı?
Hem hanehalkı korunur hem yastıkaltı ortaya çıkar. Ekonominin ihtiyaçları çözülür. Daha da kur operasyonu yapmaya kimsenin gücü yetmez.
Bu altınların zorunlu karşılıkları merkez rezervine katılsa fena mı olur? Rezerv ele geçtikten sonra ihtiyaca göre döviz swapları yapılıp likidite sağlanır gerek yoksa öylece durur.
Bankalar dışında kimse saklama, mevduat toplama yapamaz falan filan, denecektir. Getirilecek bu argümanlar Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılamaz. Al işte tasarruf finans… Sistem yok sayılsa daha mı faydalı olacaktı? Biliyor musunuz tasarruf finansa dair 6. yüzyıldan Çin’den kayıtlar var, 12. yüzyıldan Japonya’dan sözleşmeler var. Dünyanın en batısından en doğusuna yüzlerce dil ve lehçede kavramlaşmış bir finansal uygulama.
Ben şunu öğrendim; finans öğrenilen şey değil, bilinen şeydir. Toplum bildiğinden mahrum, öğrenemediğinden kayıtsız. Bildiğini unutturup bilmediğiyle amel ettiriyoruz, toplum da kendini korumaya çalışıyor. Finansal vesayetin beli antropolojik finansla kırılır.


