Ekonomi bölümleri kapatılsın Özgür Bayram Soylu
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak açıklama yapıyor.
2025 Temmuz’unda yayımlanan ADA Araştırma Siyasi Gündem Araştırması, Türkiye toplumunun yalnızca ekonomik değil, siyasal ve psikolojik düzeyde de ciddi bir kırılganlık yaşadığını ortaya koyuyor. Ankette yöneltilen ilk soru olan
“Sizce Türkiye’nin en önemli sorunu nedir?”
sorusuna katılımcıların %52,2’si “ekonomik sorunlar” yanıtını veriyor. Yani halkın yarısından fazlası artık sabah kahvaltısı için buzdolabına değil, döviz kuruna bakarak güne başlıyor. Geçim sıkıntısı, zamlar, pahalılık, borçluluk gibi başlıklar yalnızca bir ekonomik daralma değil, aynı zamanda sosyal dokuyu zedeleyen çok katmanlı bir krizi temsil ediyor. Taksitle yaşayıp umutsuzlukla ödemeyi bir ritüele dönüştürmek zorunda kalan vatandaş alışveriş sepetiyle hayaller arasındaki mesafeyi korumaya çalışıyor.
Dahası, aynı ankette yer alan
“Bu ekonomik sorunları hangi parti çözer?”
sorusuna verilen cevap, mevcut tabloyu daha da grileştiriyor. Katılımcıların %37,9’u bu soruya “hiçbiri” yanıtını veriyor. Yani halkın üçte birinden fazlası, ekonomik meselelerin ötesinde bir çözümsüzlük krizinde kendisini buluyor. Her şeye rağmen en çok umut bağlanan parti yine AK Parti gibi görünse de, vatandaş geleceğe dair kırılganlığını gizlemiyor. Ekonomik sorunların varlığını kabul eden insanlar, tek başlarına kaldığında “bu işi düzeltecek kimse kalmadı” diyerek ekonomi yönetimine olan inancını yitiriyor. Merkez Bankası tarafından açıklanan enflasyon beklentileri de bunu net bir şekilde gösteriyor. Piyasa katılımcıları 12 ay sonrası yıllık enflasyonu %23,4, reel sektör %39 vatandaş ise %54,5 olarak bekliyor. Bu durumda hane halkının yaşadığı habitat ile piyasa katılımcılarının yaşadığı habitatın aynı olmadığı düşüncesi belirginleşiyor. Benzer şekilde, ankette yer alan
“Ekonomik durumunuz gelecekte nasıl olacak?”
sorusuna verilen ağırlıklı yanıtlar yalnızca bugünün değil, yarının da halk nezdinde umut vadetmediğini gösteriyor. Bu cevap, ekonomik göstergelerin ötesine geçerek toplumsal psikolojide derin bir geleceksizlik duygusunun yerleştiğine işaret ediyor. Ve Hazine ve Maliye Bakanı’nın istatistikler üzerinden teskin çabalarının vatandaş cephesinde bir karşılık bulmadığı bir kez daha ortaya çıkıyor. Çünkü
mesele sadece zamlar ya da alım gücü değil; mesele, “yarın ne olacak?” sorusunun cevapsız kalması. İletişim dilinin ve kanalının bu soru üzerine inşa edilmesi giderek önem kazanıyor.
TEORİ SINIFTA KALDI
Türkiye’de 2024-2025 öğretim yılında yalnızca lisans düzeyinde 3,5 milyondan fazla öğrenci bulunuyor. Bu öğrencilerin önemli bir bölümü, iktisat, maliye, finans, bankacılık, uluslararası ticaret, kalkınma ekonomisi gibi farklı başlıklarla açılmış 60’tan fazla bölümde ekonomi eğitimi alıyor. Sayılar dikkat çekici:
* İçinde “ekonomi” geçen en az 18 bölüm,
* “Finans” temalı 21 bölüm,
* “Bankacılık” odaklı 2 bölüm,
* “Ticaret” başlıklı 19 bölüm.
Üstelik bu programlara, EA puan türünde 1 milyonuncu sıradan dahi öğrenci yerleşebiliyor. Her yıl binlerce mezun veren bu bölümler, görünürde devasa bir “ekonomist ordusu” yetiştiriyor. Ancak bu akademik kalabalığın karşısında reel ekonomide enflasyon, yüksek faiz, gelir adaletsizliği, kur oynaklığı, borçluluk ve toplumsal umutsuzluk gibi kronikleşmiş sorunlar hâlâ varlığını sürdürüyor.
Bu noktada oldukça çarpıcı bir çelişkiyle karşı karşıyayız: Türkiye’de onlarca üniversitede, ekonomi başlığı altında yüzlerce program faaliyet gösteriyor. Her yıl binlerce öğrenciye sınıflarda, seminerlerde, çevrimiçi derslerde aynı temel sorular anlatılıyor:
“Enflasyon nedir?”, “Fiyat istikrarı nasıl sağlanır?”, “Para politikası nasıl işler?”
Ancak bu teorik donanım ne ülkenin ekonomik istikrarını sağlamaya yetiyor, ne de toplumun giderek derinleşen güvensizlik duygusunu onarıyor. Kitaplar dolusu bilgi öğretiliyor, yüzlerce tez yazılıyor, binlerce sınav geçiliyor, ama sonuç değişmiyor: enflasyon devam ediyor, fiyatlar dalgalı, beklentiler kırılgan, umut istikrarsız.
Bu durumda geriye yalnızca iki olasılık kalıyor:
Ya bu bilgiler gerçek hayatta işe yaramıyor, ya da işe yarayabilecek bilgiler, karar alıcılar ve kurumlar tarafından dikkate alınmıyor.
Her iki senaryoda da sorun, bilgi eksikliği değil; bilginin işlevsizliği.
Ekonomi eğitimiyle donatılmış bireyler yetişiyor; ancak bu bireyler ya karar mekanizmalarına ulaşamıyor ya da ulaştıklarında sesleri duyulmuyor. Teori raflarda birikiyor, pratik sokakta çözülüyor.
Üniversiteler bilgi üretirken, ekonomi o bilginin yokluğunda yönlendirilmeye çalışılıyor. Bu yapısal kopukluk, yalnızca akademik verimsizlik değil, aynı zamanda toplumsal bir risk alanı inşa ediyor.
Ekonomi, yalnızca bir meslek değil; krizleri önceden öngörme, kamu politikalarını şekillendirme, sürdürülebilir kalkınmayı planlama ve sosyal refahı güçlendirme becerisi kazandırması beklenen bir bilim dalı. Ancak Türkiye’de bu işlevler büyük ölçüde yerine getirilemiyor. Mezunlar ya işsiz, ya mesleği dışı alanlara savrulmuş durumda.
TÜİK’in 2024
Yükseköğretim İstihdam Göstergeleri’ ne göre, Türkiye›deki ekonomi bölümleri ne kayıtlı istihdam oranı en yüksek ilk 10 bölüm arasında yer alıyor ne de ortalama kazancın en yüksek olduğu ilk sıralarda kendine yer bulabiliyor
. Ekonomi, en çok kazandıran 35 lisans bölümü arasında ancak 27. sırada bulunuyor. Bu tablo, ekonomi eğitiminin hem mezunlarına istihdam güvencesi sunamadığını hem de ekonomik refah sağlayan meslek gruplarından uzak kaldığını gösteriyor. Yüzlerce üniversitede açılan ekonomi temelli bölümler, on binlerce mezun vermesine rağmen, ne iş gücü piyasasında karşılık bulabiliyor ne de toplumsal sorunlara çözüm üretebilecek bir dönüşüm kapasitesi ortaya koyabiliyor.
Dolayısıyla “ekonomi bölümleri kapatılsın”, aslında eğitimin içeriğiyle gerçek hayat arasındaki kopuşa dikkat çeken bir çığlıktır. Mizah varsa acı bir tebessüm; ironi varsa sistemin ta kendisindedir.
Bizde kâğıda yazılan ilim, hayatı değiştirmiyorsa, mürekkep kadar kıymeti yoktur.


