Emekli isen vur saza Özgür Bayram Soylu
Yenisafak sayfasından alınan bilgilere göre, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
Bir zamanların huzurlu bir yaşlılık dönemi olarak özlemle beklenen emeklilik dönemi bugün bir hayatta kalma mücadelesini, ikramiye günü sayacını, markette etiket kovalama dönemini temsil ediyor. Sembolik bir değeri olan, toplumsal vefanın adresi olan emeklilik artık pazarda akşam ezanını bekleyen, ilk indirim kampanyası için market kapılarında kuyrukları oluşturan kitleleri simgeliyor. Bir dinlenme döneminin ötesinde sabrı, hesabı, direnci ve mahcubiyeti gerektiren bir yaşam biçimini gözler önüne seriyor.
Bir lütuf olmanın ötesinde bir labirente dönüşen emeklilik dönemi bırakın lüksü temel ihtiyaçlarını dahi karşılamakta zorlanan bir kitleye ev sahipliği yapıyor. Gün doğmadan hesaba yatan her lira gün batmadan eriyip buharlaşıyor. Kira mı, elektrik mi, ilaç mı, market mi harçlık mı… Pek çok soru arasında bocalayan emekli uzun süredir bırakın ay sonunu getirmeyi sabaha çıkmayı şükür sebebi sayıyor. Bugün en düşük emekli maaşı bir çeşit yaşam avansına dönüşüyor.
Resmi enflasyon verileri ile hissedilen enflasyon arasındaki farkın varlığını koruyor olması kâğıt üzerindeki maaş artışının erimesini pekiştiriyor. Verilen %16’lık artış, pazarda iki kilo domatesle, kasapta yarım kilo kıyma ile sınanıyor, elde kalanla bazen kuru soğan dahi bir lükse dönüşüyor. Söz konusu emekli sofrası olunca tabağa düşen yalnızca bir çorba değil bir tutam gurur, bir dilim sabır ve bir lokma sessizlik oluyor. Hal böyle olunca hayat pahalılığının gölgesinde sosyal yardımlarla geçinmeye çalışan, çocuklarından gizli gizli harçlık isteyen, torunun eline bayramda üç beş kuruş sıkıştıramadığı için başını öne eğen emeklilerin sayısı her geçen gün artıyor. Duygusal bir yorgunluk ve bir yalnızlık haline dönüşen emeklilik bazen devletin bazen sistemin bazen de toplum nezdinde gözden düşmüşlük hissiyatına yol açıyor.
STATÜDEN SESSİZLİĞE
Bir zamanların bilgeliği, birikimi ve tecrübesi bugün yerini görünmezliğe, sessizliğe zaman zaman da alay konusu olmaya bırakmışa benziyor. Toplumun vicdanı olması beklenen kuşak ekonomiye yük, her şeye muhalif gibi etiketlerle yaftalanabiliyor. Birikimlerini aktaramayan, tecrübelerine kulak verilmeyen, fikirleri zamanı geçmiş olarak nitelendirilen emekliler giderek sosyolojik bir yalnızlığa da mahkûm ediliyor. Bu yalnızlık ekonomik yoksunluğun ötesinde çok daha derin bir kırılmaya işaret ediyor.
Hastanede sıra beklerken bile öncelik hakkı kimi zaman ne acelesi var ifadesi ile elinden alınmak isteniyor. Toplu taşıma araçlarında ücretsiz binme hakkı bazı belediyelerce tartışmaya açılıyor, ekmek almaya dahi otobüsle gidiyorlar eleştirisine maruz kalabiliyorlar. Yıllarca çekilmiş çile, çalışılmış hayatların karşılığı şikayetlere konu olabiliyor, söz hakkı yerini sus payına, tecrübe aktarımı ise kırılganlık haline bırakabiliyor.
Bugün Türkiye’de emeklilik başlı başına sosyolojik, psikolojik ve ahlaki boyutları olan bir mücadeleyi simgeliyor. “16.881 TL ile geçinilir mi?” sorusunun cevabını TÜİK’in istatistikleri değil, pazardaki marketteki kasaptaki fiyat etiketleri veriyor. Bu nedenle emekli maaşlarının yalnızca enflasyon farkı ile belirlenmesi, artık yetersiz ve adaletsiz bir yöntem haline geldiğini net bir şekilde gösteriyor. Bugün gelinen noktada, emekli maaşları asgari ücret seviyesine, ideal olarak da 20 bin TL bandına çıkarılmadıkça; bu sorun sadece bir geçim sıkıntısı olarak kalmıyor, sistemsel bir adaletsizliğe dönüşüyor. Asgari ücretin altına düşen her emekli maaşı, sadece ekonomik bir eşitsizlik değil, aynı zamanda sosyal bir haksızlığı da temsil ediyor. Ve bu haksızlık, her geçen gün biraz daha derinleşiyor. Bugün “vur saza” diyerek sitemini belli belirsiz dile getiren emekli, yarın “vur sandığa” diyerek sesini daha net duyurabileceği günü bekliyor olabilir.
FAİZ VAR, FON VAR, VEFA YOK
Ekonomi yönetiminin “maaş artışı enflasyon yaratır” yaklaşımı, yalnızca piyasa dengelerine değil, toplumsal dengelere de zarar vermeyi sürdürüyor. En düşük gelirlilerin satın alma gücünü iyileştirecek her adımı sakıncalı gören bu yaklaşım toplumun dip katmanlarını kalıcı olarak yoksulluğa sabitliyor.
Bu haliyle Türkiye’de emekli maaşları tartışması, artık yalnızca sosyal politika meselesi olmanın ötesinde makroekonomik yönetimin ideolojik çerçevesini yansıtan bir turnusol kâğıdına dönüşüyor.
Mevcut ekonomik program, yüksek faizle yabancı sermaye girişini hedeflerken; maliye politikası ayağında sıkılaştırma gerekçesiyle emekli kesimi üzerindeki kamusal yükümlülükleri minimalize etmeye yöneliyor. Bu yönelim, teknik değil, sakıncalı siyasal bir tercih olarak uçurumun kenarında duruyor.
Ekonomi yönetiminin “enflasyonla mücadele” hedefi çerçevesinde uyguladığı yüksek faiz politikası, büyük ölçüde finansal istikrarı korumaya ve portföy yatırımlarını cezbetmeye odaklanıyor. Ancak aynı dönemde emekli maaşlarına yapılan zamların enflasyonist risk oluşturacağı iddiası, emek gelirlerinin bastırılmasını meşrulaştıran klasik bir mali disiplin refleksi halini yansıtıyor.
Sermaye gelirlerine yönelik herhangi bir reel kısıtlama gündeme gelmezken; emekli maaşları “bütçeye yük” retoriğiyle sınırlandırılıyor, bu da “kamu maliyesi”nin değil, kamu tercihlerinin sınıfsal karakterini açığa çıkarıyor. Faiz giderlerini karşılamakta tereddüt etmeyen sistem emeklilere yönelik sosyal güvenlik harcamalarını mali risk unsuru olarak sunabiliyor.
Yüksek faizli ve kısmi mali disiplinci ekonomik model, emekli kesimini maliyet unsuru olarak konumlandırıyor, bu da iktisadi büyüme potansiyelini sınırlamakla kalmıyor siyasi meşruiyet zemininin altını da giderek oyuyor. “Emekliysen vur saza” ifadesi emeğin ya sessiz bir siteme ya da bitmeyen bir koşuya mahkûm olduğunu anlatıyor.
Bizde
“Kusuru kendisine söylenmeyen adam, ayıbını hüner zanneder.”


