Filistinliler olarak yaşadıklarımızı anlatmak görevimiz Yeni Şafak Pazar Eki Haberleri
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak bilgi yayımlıyor.
Berlin ve Kudüs arasında mekik dokuyan film yapımcısı, sanat yönetmeni ve kültürel projeler yöneticisi Hanna Atallah, geçtiğimiz hafta İstanbul’daydı. Filmlab Palestine’in kurucusu ve sanat yönetmeni, Palestine Cinema Days Film Festivali’nin direktörü ve August Films’in kurucu ortağı olan Atallah, Filistin film endüstrisinin gelişimi ve genç sinemacıların desteklenmesi konusundaki öncü çalışmalarıyla tanınıyor. Laila Abbas’ın Thank You for Banking with Us ve Maha Haj’ın Upshot adlı yapımlarına son dönemde imza atan Atallah, Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü desteğiyle, 15 Temmuz Derneği ve İstanbul Sinema Evi iş birliğiyle düzenlenen “15 Temmuz Direniş Sahnesi” etkinlikleri kapsamında Atlas 1948 Sineması’nda söyleşi gerçekleştirdi. Biz de bu vesileyle Filistin sinemasının tanınan isimlerinden Hanna Atallah’la bir araya geldik.
Çocukluğum evde kuşatma altında geçti
Nasıl bir aile ortamında büyüdünüz? Çocukluk ve gençlik yıllarınıza dair neler hatırlıyorsunuz?
Ben Kudüs’te doğdum. Çocukluk ve gençlik yıllarım, Filistin’deki devrimci bir döneme denk geldi. Özellikle 1980’li yıllar, halk arasında “taş dönemi” olarak anılır. O dönem bizlere “taşların çocukları” ya da “çocukların taşları” denirdi. Çünkü çocuklar olarak İsrail askerlerine taş atar, direnişin bir parçası haline gelirdik. Sokağa çıkma yasakları yüzünden uzun süre okula gidemedik. Bu bir yönüyle bizi mutlu ediyordu çünkü ders yoktu, ama diğer yandan çocukluğumuz evde, kuşatma altında geçti. Sokağa çıktığımızda da askerlerin çantalarımızı araması, tacizler, tehditler gibi olaylar olağan hale gelmişti. Bu durum bizim için artık hayatın doğal bir parçası gibiydi.
Sinemayla yolunuz ilk ne zaman ve nasıl kesişti? Bu sadece bir meslek seçimi miydi, yoksa hayata tutunmanın, yaşadıklarınızı anlamlandırmanın bir yolu muydu sizin için?
Benim çocukluk dönemimde sinema diye bir şey yoktu. Zaten sürekli sokağa çıkma yasaklarıyla karşı karşıyaydık. Annem manavdan sadece bulabildiklerini alabiliyordu; hayat temel ihtiyaçlarla sınırlıydı. Dışarıya çıkışlar günde sadece birkaç saatle sınırlıydı. O dönemlerde dünyayı tanımamıza tek aracı televizyondu. Filmleri, hikâyeleri oradan izlerdik. Ancak sinema salonuna gitmek gibi bir imkânımız yoktu. Görsel anlatılara olan ilgim daha o yaşlarda başlamıştı. 17 yaşımda, hayatımda ilk kez Filistin dışına çıktım ve Fransa’da bir fotoğraf atölyesine katıldım. Bu benim için çok dönüştürücü bir deneyimdi. Orada siyah beyaz fotoğraf çekmeyi, filmleri banyo etmeyi, görüntüyü nasıl geliştireceğimizi öğrendik. O dönemde dijital fotoğraf yoktu; her şey manueldi. Bu süreç bana hem teknik bilgi hem de ifade becerisi kazandırdı. Aynı gezi sırasında hayatımda ilk kez sinemaya gittim. İzlediğim ilk film bir Filistin filmiydi. Yönetmeni Michel Khleifi idi. Film, geleneksel bir Filistin düğününü anlatıyordu. Çocukken gördüğüm sahneler birer birer gözümde canlandı. Filmdeki atmosfer beni öylesine içine çekti ki, adeta o düğünün içindeymişim gibi hissettim. O filmi izlerken sinema yolculuğuma başlamaya karar verdim. Daha önce sinematografi, kurgu ya da film yapımı hakkında hiçbir bilgim yoktu ama bunun benim yolum olduğunu o an hissettim. O günden sonra okumaya, araştırmaya başladım. Sinema benim için sadece bir sanat değil, yaşadığım hayatı anlatmanın bir yoluydu. Kendi hikâyemi, halkımın hikâyesini sinema aracılığıyla anlatmak istedim. Çünkü biz Filistinliler olarak tanıklık ediyoruz, yaşadıklarımızı anlatmak bir görev gibi.
Sinema yapmak için sürekli bir kriz ortamında yaşamak, ister istemez bir ruhsal yorgunluk getiriyor. Siz bu yükle başa çıkarken en çok neye tutunuyorsunuz? Kendi üretim motivasyonunuzu nasıl koruyorsunuz?
Aslında bu biraz sevgiyle ilgili. Sinemayı bir insanla kurduğunuz ilişki gibi görüyorum. Sevdiğiniz biri mükemmel olmasa da onunla birlikte yürümeyi, sorunlarla başa çıkmayı öğrenirsiniz. Sinema da benim için böyle. Zaman zaman çok zorluk yaşasam da bu ilişkiyi terk etmiyorum. Sevgiyle başlayan bu yolculuk, umudun da katkısıyla devam ediyor. Çünkü sinemanın direnişe, farkındalığa ve dönüşüme katkı sunduğunu gördükçe, üretmeye devam etmem için güçlü bir neden bulmuş oluyorum.
Batılı festivallerde Filistinli filmlere yer verildiğinde bile çoğu zaman bu filmler “insani dram” etiketiyle sınırlı bir çerçevede değerlendiriliyor. Sizce bu bakış açısı Filistin sinemasını nasıl bir konuma itiyor?
Evet, bu çok doğru bir tespit. Genellikle Batılı izleyicinin görmek istediği acı, dram, savaş, mültecilik gibi temalar ön plana çıkarılıyor. Bu bakış açısı, Filistin sinemasını edilgen bir konuma itebiliyor. Yani biz sadece acı çeken, mağdur halkın temsilcileriymişiz gibi algılanıyoruz. Bu da anlatılarımızın sınırlandırılmasına yol açıyor. Ama biz film yaparken kendimizi bu sınırlara hapsetmiyoruz. Hikâyemizi anlatırken tek bir etiketin içine girmek istemiyoruz. Biz sadece acılarımızı değil, hayatı, aşkı, direnişi, günlük mücadeleyi, mizahı da anlatıyoruz. Çünkü gerçek Filistin yaşamı çok katmanlı. Ve sinema bu katmanları gösterebileceğimiz en güçlü araçlardan biri.
Kalıpları kırmaya çalışıyoruz
Peki bu temsiliyet sorunu sadece festivallerle mi sınırlı, yoksa daha geniş bir sinema ekosistemi içinde mi var?
Bu sorun sadece festivallerle sınırlı değil. Bazı uluslararası sinema programları ya da fonlar da benzer şekilde bizi belli bir “kategori”ye sokmaya çalışıyor: “Direniş”, “mültecilik”, “savaş mağduru” gibi etiketler. Hatta bazen bu kategoriler, filmin önüne geçiyor. Örneğin bir film sadece bir direniş teması içinde görülüyor ve bu da filmin sanatsal gücünü gölgede bırakabiliyor. Ama biz elimizden geldiğince bu kalıpları kırmaya çalışıyoruz. Hikâyeyi merkezde tutmaya, Filistin’in çok yönlü gerçekliğini yansıtmaya çalışıyoruz. Filmlerimiz Cannes’da, Venedik’te, Berlin’de de gösteriliyor ve bu platformlarda hikâyemizi kendi kelimelerimizle anlatmak için mücadele ediyoruz.
Filistin’de yaşamak bir “B planı” gerektiriyor
Filistinli biri olarak hayatınızda “normallik” ne kadar mümkün oldu?
Bizim için normal hayat diye bir şey hiç olmadı. Filistin’de yaşamak, her zaman bir “B planı” ile yaşamak demekti. Ofise giderken yol kapalıysa başka bir güzergâh bulman gerek. Sürekli yollar değişiyor, sürekli yeni engeller çıkıyor. Özellikle Gazze’de ve Aksa çevresinde her zaman bir belirsizlik, bir patlama riski vardı. Asla düz, istikrarlı bir rota olamadı. Hep bir şeylere hazırlıklı olmak zorundaydık. Bu da hem hayata hem sinemaya bakışımızı etkiledi.


