Hutbede Kur’an’ı sessize mi alalım? Düşünce Günlüğü Haberleri
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com haber yayımlıyor.
Mehmet Kırtorun / Yazar
İsterseniz Diyanet İşleri Başkanlığı hutbelerini şöyle hazırlayalım: İsrailoğulları ile ilgili ayetleri okumayalım, jakobenler rahatsız olur. İçki ve uyuşturucunun zararlarını anlatmayalım, magazin dünyası alınır. Faize karşı uyarı yapmayalım, bankacılık sektörü gücenir. Lût Kavmi kıssasını geçelim, çağdaş değerler sarsılır. Tesettürden hiç söz etmeyelim, kıyafet özgürlüğü zedelenir. En iyisi hutbeleri bir youtube yorumcusunun sansürüne sunalım da kimse gücenmesin, değil mi?
VAAZIN MUHATABI KİM?
Cuma hutbesinin muhatabı, İslam’ın temel ibadetlerinden biri olan cuma namazına gelen Müslümanlardır. Bu nedenle Kur’an’daki bu tür hitaplar, soyut ve genel bir insanlık mesajı değil; doğrudan iman edenlere yöneltilmiş açık çağrılardır. Kur’an-ı Kerim’in emirlerini hatırlatmak, bu bağlamda bir dayatma değil; imânî bir sorumluluğun ifâsıdır. Müslüman bireyler, İslamî hükümleri hayatın her alanında duymayı, öğrenmeyi ve yaşamayı arzulayan bir muhatap kitledir; dolayısıyla onlara Allah’ın ayetlerini hatırlatmak ne dayatmadır ne de ajitasyondur, bilakis bir kulluk hatırlatmasıdır.
BALANS AYARI ÇABASI
Bir toplumun manevi omurgası, hatırlatıcılarla, uyarılarla ve ilahi emirlerin açıkça dile getirilmesiyle korunur. Cuma hutbesi de tam olarak bu işlevi üstlenir: Müslümanlara unuttuklarını hatırlatmak, bildiklerini tazelemek, bilmediklerini öğretmek. Ancak son zamanlarda, bazı çevreler hutbelerdeki dini öğretilerin seslendirilmesinden rahatsızlık duyar hâle geldi. Bu rahatsızlık, sadece bir “eleştiri hakkı” olmanın ötesinde, İslam’ın özüne ve Müslüman halkın inanç sistemine yönelik bir balans ayarı verme çabasına dönüştü.
İslam’ın emriyle bağlayıcı olan miras hükümleri, aile hukuku, helal-haram sınırları, ibadet düzeni yahut tesettür gibi konular gündeme geldiğinde “Acaba birileri alınır mı?” kaygısıyla davranmak, dinin toplumdaki yerini neredeyse bir “izinle konuşabilen mahcubiyete” indirger. Bu, hem dini özden sapmak hem de kamu otoritesini popüler kültür yargılarına teslim etmektir.
AMAN SUSALIM, AĞZIMIZIN TADI BOZULMASIN
Faiz, Kur’an’da haram kılınmıştır. Bu yasağı dillendirmek “Ekonomik sistemi tedirgin eder” diyerek susturulamaz. Faizin açıkça lanetlendiği ayetleri hatırlatmak, görevdir. Ekonomik düzenin değil, ahlaki düzenin gözetildiği bir hutbe dili gereklidir. Allah’ın haram dediğine “nötr” kalmak, dindarlık değil, korkaklıktır.
Hayatın akışını devrimci bir sıçramayla değil, tedrici bir oluşla anlamlandıranların başında yine Müslümanlar gelir. Çünkü hakikatin tesiri, önce onun dillendirilmesiyle başlar. Sonra bu söz, yankı bulur; tartışılır, olgunlaşır. Gereken değişimi de, eğer gerekiyorsa, halkın kendisi yapar.
İçki ve uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıkların hutbelerde dile getirilmesi, toplum sağlığı açısından da bir görevdir. Bunu “alkol tüketen kesim alınır” diyerek görmezden gelmek, kamu vicdanını da, dini sorumluluğu da zedeler. Kur’an içkiyi bir “şeytan işi” olarak tanımlar. Bu hükmü açıklamak değil, gizlemek suçtur.
Tesettür bir imandır, bir özgürleşme biçimidir. Hutbelerde bu konunun işlenmesi, kadınlara baskı değil, rehberliktir. Modern ideolojilerin gölgesinde bu konuyu “tartışmaya kapalı” ilan etmek, dini yaşamı ve onu benimseyenleri yok saymaktır. Müslüman kadınlar bu konuda yönlendirme beklerken, hutbelerin suskun kalması, Diyanet İşleri Başkanlığının görevini yapmaması demektir.
Lut kıssası, sadece bir tarih anlatımı değil; insanlık için ahlaki bir kırmızı çizgidir. LGBT sapkınlığının topluma “doğal bir varyant” gibi dayatıldığı çağımızda, bu kıssayı Kur’an’dan alıntılayarak anlatmak en büyük görevdir. “Avrupaî vatandaşlarımız alınır” ya da “tepki gelir” korkusuyla bu kıssayı örtmek, Kur’an’ı sansürlemektir.
DİYANET'İN GÖREVİ NEDİR?
Diyanet İşleri Başkanlığı, 1924 yılında kabul edilen 429 Sayılı yasa ile yalnızca bir dinî kurum olarak değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin din ile kurduğu yeni ilişki biçiminin simgesel temsili olarak inşa edilmiştir. Şeyhülislamlık ve Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin mirasını taşısa da, Diyanet bu kurumların sahip olduğu otoriter güce hiçbir zaman sahip olmamıştır. Aksine, devletin teokratik yapıdan arınarak, dinin toplumsal ve ahlaki alanla sınırlı bir konumda yeniden organize edilmesini mümkün kılan laikliğin kurumsal bir aracıdır. Bu çerçevede Diyanet’in amacı, dini devlet dışına itmek değil, onu toplum düzeni içinde yeniden konumlandırmak olmuştur.
Diyanet’in bugünkü hutbeleri, İslam’ın temel ahlaki ve toplumsal ilkelerinin kamuya aktarılması görevini yerine getirmektedir. Bu içeriklerin bir kısmı özel yaşamla ilgili görünse de, bu onları bireysel özgürlüklere müdahil kılmaz. Sosyolojik açıdan değerlendirildiğinde, her toplumun ortak değer sistemini pekiştiren, kamusal vicdanı canlı tutan dinî rehberliğe ihtiyaç duyduğu açıktır. Diyanet’in görevi, bireylerin hayat tarzlarını tahakküm altına almak değil; topluma dini bilgi sunmak ve ortak ahlaki değerleri canlı tutmaktır. Toplumsal düzeyde yaygınlaşan dejenerasyona karşı verilen sembolik tepkiler olarak okunabilecek bu hutbeler, yalnızca İslam’ın değil, kamu sağlığının, aile yapısının ve sosyal dengenin korunması açısından da anlamlıdır.
MEŞRUİYET KAYNAĞI
Kadın hakları, erkek davranışları, kıyafet düzenlemeleri gibi alanlarda yapılan yönlendirmelere yönelik eleştirilerin temel yanılgısı, Diyanet’in yaptırım gücü olan bir organ gibi değerlendirilmesidir. Oysa Diyanet, anayasal bir kamu kurumu olmakla birlikte yalnızca dinî rehberlik yapar; herhangi bir yaptırım yetkisi yoktur. Bu açıklamalar şer’i hükümler doğrultusunda yapılan dinî bilgilendirmelerdir. Benzer şekilde, kıyafet ya da ahlak konusunda yapılan vurgular da bireylerin hak ve özgürlüklerini sınırlayan değil, İslamî duyarlılıkla toplumsal bilinç oluşturmaya çalışan yönlendirmelerdir. Diyanet hutbeleri hukuki bağlayıcılığı olmayan, ahlaki muhteva taşıyan vaazlardır. Elbette hutbelerin iletişim dili, son yıllarda güncele dair söylemler geliştirmesi bakımından daha da iyileştirilebilir, iyileştirilmelidir de. Ancak 90’lı yıllarda, trafiğin dahi olmadığı bölgelerde “kırmızı ışıkta geçmeyin” tembihleriyle şekillenen hutbe dilinden bugünkü noktaya gelmiş olmak bile başlı başına takdiri hak eden bir ilerlemedir.
Türkiye’de Diyanet’in halk nezdindeki itibarı, toplumsal karşılık bulan işlevselliğinin bir sonucudur. Geniş kitleler için dini rehberlik yalnızca bireysel ihtiyaç değil, aynı zamanda manevi tatminin, ahlaki istikrarın ve kültürel devamlılığın da kaynağıdır. Diyanet, halkın bu talebini karşılayan kurumsal bir yapıdır. Eleştirilerde sıkça öne sürülen “araçsallaştırma” iddiası ise, bu kurumsallığın meşruiyetini görmezden gelmektedir.
TAHAKKÜMÜN DEĞİL İSTİKAMETİN SESİ
Diyanet İşleri Başkanlığı, bu milletin değerleriyle yoğrulmuş, istikametini oradan almış bir yapı olarak, laiklik kisvesi altında dini tasfiye etmeye çalışan anlayışlara verilmiş en net cevaptır. Ne Batı’nın dini dışlayan sekülerizmine teslimdir, ne de dinî kisveyle tahakküm kurmaya çalışan yapay otoritelere boyun eğer. Bu yapı herhangi bir dini grubun, cemaatin ya da ideolojik çizginin tekelinde olmayan, kamusal sorumluluk bilinciyle hareket eden bir yapı olarak, Türkiye’nin dini çoğulculuk anlayışına kurumsal zemin sunmaktadır.
Hutbe, bir metin değil; bir duruştur. Yorgun ruhlara nefes, dağınık zihinlere yön, ahlaki savrulmalara set çeken bir çağrıdır. Bu çağrıya kulak tıkayanlar sadece Diyanet’i değil; milletin köklerini hedef alır. Çünkü her defasında görülüyor ki, eleştiriler çoğu zaman ilmi değil, ideolojiktir; yapıcı değil, yıkıcıdır. Oysa Diyanet’in gayesi baskı kurmak değil, istikamet vermektir. İnsanı zapturapt altına almak değil, kendine getirmektir. Bu topraklarda din susturulacak değil; yaşatılacak olandır. Bilinmelidir ki onun sesini kısmak isteyenler, aslında milletin dirilişinden korkmaktadır.


