İman ve ümit Ömer Lekesiz
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak haber yayımlıyor.
Yüz basamaklı tasavvufî mertebede
reca
yı, Giriş Mertebeleri’nde 9. basamağa yerleştiren
Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevî’
nin ilgili anlayışı da
Abdurrrezzak Tek
’in inceleme-yorumuyla şöyledir:
“Recâ:
Tasavvuf terminolojisinde daha çok havf kavramıyla birlikte kullanılan recâ kelimesi, arzu ettiği şeyin beklentisi içinde olan kalbin duyduğu rahatlık ve ferahlık hissini ifade eder.
Havfın kaynağı Allah'ın gazabı, azabı ve cehennem iken, recânın kaynağı ilâhi rahmet, mağfiret ve cennettir. Sûfîler her iki hâlde de aşırıya kaçmaksızın orta yolun (beyne'l-havf ve'r-recâ) tutulmasının gerekliliği üzerinde durmuşlardır.
Havf ve recâ ile ilgili tarifler, bu tarifleri yapan sûfîlerin mizaç, meşrep ve eğilimlerine göre farklılık göstermekle birlikte söz konusu tariflerde genellikle, manevi gelişimlerinin başlangıcında bulunan sâliklerin daha çok korku ve endişe hissine sahip olmaları gerektiğine dikkat çekilmiş, ancak bu yolda mesafe almalarıyla recâ hâllerinin giderek güçlenmesi ve korku hâllerine denk gelmesinin hatta en ileri aşamalarda hâkim bir his olmasının önemine vurgu yapılmıştır.
Dolayısıyla söz konusu iki kavram birbirinin zıddı gibi görünse de böyle olmayıp birbirlerini tamamlayan iki mertebe olarak değerlendirilmiştir. (…)
Konuya benzer bir açıdan bakan Herevî, recânın, içinde Hakk'a karşı bir muhalefet ve itiraz duygusu taşıdığını söyleyerek onu müritlerin en zayıf mertebelerinden biri olarak kabul etmiştir. Çünkü ona göre kalbini recâya bağlayan kişi, Allah'ın engin rahmetinden dolayı kullarını cezalandırmaya ihtiyacının bulunmadığı ve keremiyle onları affetmesinin daha uygun olduğu düşüncesine kapılır ki, bu durum ilâhi hükme muhalefet etmek anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla recâ burada bir anlamda Hakk'a ve O'nun hükmüne tam bir teslimiyetten ziyade kendi adına bir beklenti içinde olmayı ve nefsin hazlarına kapılmayı (ru'ûnet) ifade etmektedir. Halbuki sûfîlerin yollarının temeli, kendi arzu ve isteklerinden uzaklaşarak ve nefisle olan alakayı bırakarak bütünüyle Hakk'ın irâdesine tabi olmak ve vaktini O'nunla olmaya hasretmektir.
Diğer taraftan Herevî recânın söz konusu negatif yönüyle birlikte tahkik ehline faydalı olan pozitif tarafından da bahseder. Buna göre recâ, sûfînin ümitsizliğe düşmemesini sağlayan ve havf hâlinin tamamen ona egemen olmasını da engelleyen bir unsurdur. Bir başka faydası da sûfînin Allah'a karşı hüsn-i zan beslemesi ve kalbini el-Muhsin ismine bağlamasına yardımcı olmasıdır ki, recânın Kur'ân ve sünnette zikredilmesinin temelinde de bu sebep yatar.
Herevi'ye göre recânın üç derecesi vardır:
Birincisi avâmın recâı olup kişiyi iyi ameller işlemeye ve amellerini artırmaya sevk eder; onda Hakk'a hizmetten zevk alma duygusu uyandırır ve nefsinin nehyedilenlere yönelmesini engeller. Zira kul sevap ümidi taşımazsa amel hususunda tembellik eder. Hakk'a yakın olma (kurb), kemâle ulaşma ve ilâhi rahmetle ferahlayıp mutmain olma ümidi olmazsa ibadet ve taatinden zevk almaz. Aynı şekilde ahiretteki lezzetleri ve cennet nimetlerini elde etme beklentisi içinde bulunmazsa nefsini haramlardan alıkoyamaz.
İkincisi riyâzet ehlinin, vakitlerini saf hâle getirip himmetlerini gayrdan arındırarak sadece Allah'a yönelmeleriyle ilgili recâdır. Bu nedenle onlar şeri ilmin şartlarını yerine getirmeye özen göstererek Hak'la alaka kurmaya çalışır, bütün himmetlerini buna teksif ederler. Bunu gerçekleştirdikleri zaman da eşyaya iltifat ve tenezzül etmekten nefret ederler. (…)
Üçüncüsü, kalp ehlinin recâıdır. Riyâzetle kalplerini mâsivâdan arındırmalarının ardından ilâhi sevgiye yakalanmış olan bu grubun recâlarının temelini, Hakk'la buluşma ve O'nunla üns hâlinde olma iştiyâkı oluşturmaktadır. Söz konusu iştiyâk onları dünya hayatından lezzet almaktan alıkoyar; Hakk'a olan rağbetlerinden dolayı dünya hayatından hoşlanmadıkları gibi, insanlarla bir arada bulunmayı da istemezler ve daha çok yalnızlığı tercih ederler.”
Herevî’nin h. 481yılında vefat ettiğini düşünürsek, tasavvuf ilmi esasında havf ve reca konusundaki anlayışın zamanla yeni bilgi ve yorumlarla daha da zenginleştiğini söylememiz gerekir. Örneğin
İmam Gazzâlî
, havf ve recayı
İhyâ
’sında müstakil bir bölüm (kitap) halinde incelemiş,
İbn Arabî
de mezkur nispetlere özellikle
Fütûhât-ı Mekkiye’
sinde -ki bu kitabı son tahlilde sâlikin edep ve terbiyesine dairdir- yer vermiştir.
Bizim bu konuya eğilişimize son depremin vesile olduğunu, ilgili korku ve ümidi Müslümanca yaşamada ve taşımada -kafirlerinkine göre- bir fark oluşturması bakımından ele almaya çalıştığımızı hatırlatalım.
Zira iman, hadisatı ve sebep olduğu halleri anlamlandırmadaki
fark
a da dayanmaktadır.


