Kim iÇİN! Özgür Bayram Soylu
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak açıklama yapıyor.
Küresel ekonominin uzun süredir derin bir dönüşüm geçirdiği yadsınamaz bir gerçek. Ve bu gerçekliğin en görünür aktörü ise başlarda Amerika’nın problemi gibi görünen ancak bugün Endonezya’dan Türkiye’ye, Meksika’dan Vietnam’a kadar birçok ülkeyi aynı anda sarsan sessiz ama yıkıcı bir ekonomik yayılmaya dönüşen Çin. Bizde diğer ülkelerden farklı olarak bu dışsal baskıya eşlik eden nur topu gibi bir yüksek faiz ve konkordato zincirimiz olduğunu da ekleyelim. Hal böyle olunca biri dışarıdan basınç uyguluyor, diğeri ise içeriden damarları tıkıyor. Günün sonunda rekabet gücünü, üretim cesaretini ve ödeme kapasitesini kaybetme riski ile aynı anda karşılaşıyoruz.
Çin, pipetini alıp pazara girerken bizim sanayici henüz bardak bulamamış oluyor. Makine üreticisi %50 faizle boğuşurken, Çinli şirketler %3 faizle tüm coğrafyaya yayılıyor. Reel sektör nefes almak için konkordato başvurusu yapıyor ama gelin görün ki "bunlar %1 bile değil" denerek gerçeklikler Excel dosyasında aranıyor. Maalesef bu tablo, sadece sayılarla değil; sessizce kapanan atölyelerde, boşalan raflarda, taksitle alınan peynirlerde, iş bekleyen kamyonlarda ve kırık camlı vitrinlerde okunabiliyor.
Peki tüm bunlar
kim iÇİN?
Politika faizinin %40’ları aştığı, Çin’den yaklaşık 45 milyar dolarlık ithalat yapıldığı, konkordato başvurularının 3 bini geçtiği bu düzende...
Kim iÇİN
üretim yapılıyor?
Kim iÇİN
politika belirleniyor?
Çin istilası artarak devam ederken
Bu memleket
kim iÇİN
çalışıyor?
soruları yükselerek sorulmaya devam ediyor.
ÇİN’İN SESSİZ İSTİLASI
Çin’in ticari aktör kimliğinin arkasında stratejik bir “jeoekonomik oyuncu” olduğunu kavrayamayan ülkeler, bu yayılma karşısında gittikçe savunmasız kalıyorlar. Çin’in sessiz istilası tüketici düzeyinde nüfuz, üretim düzeyinde baskılama ve makro düzeyde borçlandırma kanalı üzerinden bazen derinden bazen göstere göstere işliyor.
Bunlar da yetmiyor politik konumlama ile istilanın boyutu yön değiştiriyor. Bugün Çin’in ihracat hedefini yalnızca döviz girdisi elde etmeye indirgemek büyük resmi görmemek demek. Çünkü Çin’in asıl amacı girdiği ülkelerin pazarlarını şekillendirmek, yerli üretim ekosistemlerini bozmak ve ülkeleri jeopolitik olarak etkisizleştirmek olarak dikkat çekiyor. Dolayısıyla Çin’e salt “ekonomik iş birlikçisi” gibi bakmak, stratejik körlük anlamına geliyor. Çünkü geldiğimiz noktada mesele, fiyat avantajı değil; egemenlik zemininde rekabet kaybına doğru ilerliyor.
Bizim açımızdan Çin ile yaptığımız ekonomik iş birliği ticaret açığına dayanıyor. 2024 yılında 45 milyar dolara yakın ithalatımız teknolojik ürünlerden en temel ev eşyalarına kadar uzanıyor. Plastik kovadan magnete, pipetten çay kaşığına teknolojik bağımlılığın ötesinde üretim kültürünün aşındığı bir habitata işaret ediyor.
Kredi faizlerinin %50’yi aştığı, girdi maliyetlerinin öngörülemez hale geldiği, enerji fiyatlarının sanayi üzerindeki baskısının sürdüğü, istikrarsız kur oynaklığı gölgesinde ithalata bağımlılık “Ben bu ürünü üretebilirim" diyebilme cesaretini ortadan kaldırıyor.
Pek çok ülke Çin’in bu yayılmacı stratejisine karşı koruyucu gümrük tarifeleri, anti-damping soruşturmaları ve ulusal destek paketleriyle karşılık veriyor. Türkiye ise gümrük vergilerini yenilemekten uzak bir yaklaşım ile üretim yerine neredeyse ithalatı ödüllendiren bir kurgu ekseninde yolunda devam ediyor. Çin ise bu zayıflığı sistematik olarak değerlendirerek pazardaki ağırlığını her yıl artırıyor.
DIŞARIDAN İSTILA, İÇERIDEN BOĞULMA
Çin’in agresif ekonomik genişleme politikası, Türkiye’de yerli üretimi baskı altına alarak ithalata bağımlılığı artırırken; yüksek faiz politikası ise reel sektörü finansal açıdan zorlayarak konkordato başvurularında artışa neden oluyor. Aynı zamanda, ekonomideki güven eksikliği ile finansmana erişimde yaşanan zorluklar, hem yatırım ve tüketimi baskılıyor hem de üretimin sürdürülebilirliğini tehdit ederek ekonomik ve toplumsal istikrarı ciddi biçimde riske atıyor.
Dışarıda Çin gibi rakipler güç kazanırken, içeride reel sektör yüksek faizle zincire vurulmuş gibi bir görüntü veriyor. %50’yi aşan faiz oranlarıyla krediye ulaşmak neredeyse imkânsız hâle geliyor. Bu koşullarda işletmeler üretim yapmaktan çok, ayakta kalma savaşı veriyor. Bu mücadelenin en çarpıcı göstergesi ise konkordato ilanlarında yaşanan patlama oluyor.
Bugün tekstil firmaları ipliğe değil krediye ulaşamıyor, gıda ürünleri bozulmadan önce sistemin mevsimini kaybettiğini görüyor, inşaatçılar harç karıştırmadan önce yargıya başvuruyor. Konkordato artık istisna değil, bir hayatta kalma refleksine dönüşüyor.
Ekonomi yönetimi, konkordato ilan eden firmaların toplam firma sayısına oranının %1’in altında olduğunu belirterek, bu durumun ekonomi açısından ciddi bir tehdit oluşturmadığını ifade ediyor. Söz konusu oran düşük görünse de 3 binden fazla firma tedarik zincirleriyle birlikte on binlerce çalışanı ve işletmeyi etkileyen sistemik halkalar oluşturuyor. Bununla birlikte, yalnızca konkordato başvurularının sayısına odaklanmak, ekonomik daralmanın boyutunu anlamak için yetersiz kalıyor. Pek çok firma, hukuki süreçlerin yüksek maliyetleri ve taşıdığı riskler nedeniyle konkordatoya başvurmamayı tercih ediyor. Bu işletmeler faaliyetlerini sessizce küçültüyor, personel azaltıyor ya da üretimlerini durduruyor. Ekonomik krizlerin derinleşmesinde sadece verilerin değil, toplumsal algının ve güvenin de belirleyici rol oynadığını unutmamak gerekiyor.
Her konkordato ilanı, kamuoyuna “ekonomi işlemiyor” mesajı veriyor; bu durum tüketici davranışlarını, yatırım kararlarını ve bankaların olmayan kredi verme eğilimlerini olumsuz yönde etkiliyor. Siyasi sorumluluktan kaçınma eğilimi taşıyan “Biz biliyoruz, siz abartıyorsunuz” mesajı ile ekonomik kararların sosyal etkileri göz ardı ediliyor, ekonomi politikalarının toplumsal meşruiyeti de giderek zayıflıyor.
Bizde kimin parasını kullanıyorsan, onun oyununu oynarsın.


