Kitapçılığa örnek olup heyecan katmalıyız Yeni Şafak Pazar Eki Haberleri
Yenisafak sayfasından alınan verilere göre, SonTurkHaber.com bilgi veriyor.
Kırk yedi senedir Ankara’da bir kitapçı değil adeta bir ‘kitap ekosistemi’ sunan Fatih Kitabevi, Ankara’dan sonra İstanbul’da da kitapseverlere kapısını açıyor. Akabe Yayınları, Mavera Dergisi gibi edebiyat ve düşünce dünyamızın önemli oluşumlarında bulunup, uzun yıllarını Yedi Güzel Adam’le birlikte geçiren Fatih Yurdakul, elli yılla yakın kitapçılık tecrübesini Aziz Mahmut Hüdai Mahallesi, Şemsipaşa Bostanı Sokak, numara 9’ya taşıyor. Üç katlı nostaljik binanın her katı, her odası kitaplarla dolup taşarken en üst katı Yedi Güzel Adam ve çağdaşı önemli fikir ve edebiyat adamlarına ayrılmış bir kitaplıktan oluşuyor. Yurdakul, açtıkları bu yeni mekânın hem kitapevi hizmeti veren bir kitapçı hem de Ankara’da olduğu gibi yazarların, yayıncıların okurlarla bir araya geldiği, sohbet ettiği bir buluşma mekânı olacağını anlatıyor. Fatih Kitabevi’nin kurucusu Fatih Yurdakul ile İstanbul’da açılan yeni kitapçılarında bir araya geldik. Maraş günlerinden Ankara’ya, Akabe Yayınları’ndan Fatih Kitabevi’nin kuruluşuna kadar pek çok konuda sohbet ettik.
Kitapçılığa ODTÜ’de okurken ihtiyaçlarınızı karşılamak için yurtta kitap satarak başlıyorsunuz. Sohbetimize de Ankara’daki öğrencilik günleriyle başlayalım mı?
Ankara’ya 1974 yılında geldim. Öncesinde Erzurum Ziraat Fakültesi, Trabzon Orman Fakültesi gibi birkaç okula kayıt olup, ayrılmıştım. O yıllarda okulla TRT radyosundan puanlarını duyurur biz de uygun okullara gidip ön kayıt yaptırırdık. Ben Trabzon’da kayıtlıyım ama her akşam 23.20’de radyonun başında Ankara’dan sonuç bekliyorum. Okula başlayalı bir ay oldu ve haberde ilan edildi, Ankara’ya kayıt hakkı kazandım. Kaldığım evle helalleştim, Ankara’ya geldim. ODTÜ İdari Bilimler Kamu Yönetimi’ne kaydımı yaptırdım. Başladık ama kalacak yer problem. Bir vesileyle tanıştığım iki Maraşlı; biri rahmetli dostumuz Mustafa Şirin ve diğeri Mustafa Kamalak. Onlar o yıllarda siyasal üçüncü sınıf öğrencisiydiler. Onların vesilesiyle siyasalın Cumhuriyet Yurdu’nda kaçak olarak 15 gün kaldım. Tabii yakalandım. Ama Mustafa Kamalak, aynı zamanda Hüseyin Gazi Mahallesi’nde bir caminin imamlığını da yapıyormuş. Caminin de lojmanı varmış. Ertesi gün toplandık, Hüseyin Gazi’deki hazır, kurulu eve gittik. Ama orada kalmak ne anlama geliyor size anlatayım; Kış mevsimi itibariyle sabah ezanı okunmadan evden çıkıyorum. İstasyona iniyorum, orada bir cami var. Sabah namazını kılıp trene biniyorum. Trenle Sıhhiye’ye kadar geliyorum buradan ODTÜ’nün servis otobüsleriyle saat sekize on kala derste oluyorum. Bir müddet böyle gidip geldik. O günün şartlarında okul şehrin çok dışında. Tüm uzaklığa rağmen okula gidiyorsunuz, bir de dönüşü var. Hüseyin Gazi durağında indikten sonra dehşetli bir rampadan yürüyerek çıkıyorsunuz, o süre ikindi ezanının okunmasının son dakikalarına denk geliyor. Birkaç gün gidip geldim baktım namazlar kaçıyor. Sonunda “Ben öğleyi okulda kılarım” dedim. Okulda meraklı gözler, şaşkın bakışlar arasında hiç aldırış etmeden normal lavaboda abdestimi aldım. Kılacak yer arıyorum. Bir iki görevlinin okulun kalorifer kazanında kıldığı görülmüş. Orada bir tahtanın üzerinde kılıyorlardı, orayı temizledim. Birilerinden yardım aldım önce kartonlar serdik sonra kilim getirdik. Oradaki mescid 1974 yılından beri hâlâ devam ediyor. O zaman Milli Gençlik Vakfı yeni kurulmuş ve rahmetli Konya milletvekili Reşat Aksoy başkanı. Bir duydum ki Cebeci’de Milli Gençlik Vakfı’na ait bir yurt açılıyor. O yurda geçtim.
Okulda karışık zamanlar
O yıllarda hemen hemen her gün Türkiye genelinde olan olaylar dolayısıyla okullarda sürekli formlar düzenlenir, aylar süren boykot kararları alınırmış. Siz böyle şeyler yaşadınız mı?
O süreçte öğrenci ve ideolojik anlamda okulun hakimi çoğunlukla Dev-Sol, çok az miktarda maocu yapılanma var. Okul o kadar sakin ve sessiz ki hiçbir eylem, hiçbir faaliyet yok. Dolayısıyla diğer o küçük fraksiyonlar kenarda kalmış, unutulmuş bir vaziyetteler. Bizim okulun yüzde seksenine hakim grupla bir sorunumuz yok. Onlar bizi, biz onları biliyoruz. Ancak diğer grupta benim de içinde bulunduğum üç kişi için darp ve okulla ilişiği kesilmek üzere karar alınmış. Yine bir form zamanı, okul hazırlığın önüne toplanmış. Nutuklar atılıyor. Ben de sınıfa girdim. Birileri etrafımı çevirdi, “Seninle konuşmamız lazım” diye. Ama orada değil, hazırlık ve bölüm binaları arasındaki büyük orman arazisinde konuşmak istediler. Ben biraz sesimi yükselttim etrafa baktım ama kimseyi göremedim. Kalabalıkla beraber beni hızla dolmuşların, servislerin hareket ettiği yere götürdüler. Bir müddet sonra bir sakinlik hissettim, kalabalık dağılmıştı. Bununla beraber arkadan sert bir demir cop kafama indi. Döndüm baktım, benimle infaza gelenlerden başka kimse yok. Ben sille tokat karşı çıkmaya çalışıyorum ama onların elinde demirden sopalar, başka aletler var… Düşe kalka ağzım yüzüm kan içinde karşı kaldırıma kadar ilerledim. Sonunda kendimi karların üzerine attım. Öyle kaldım, belki öldüğümü sandılar. Bir süre yattıktan sonra üşüdüğümü hissettim kalktım, karla yüzümü yıkadım. Gözlüğüm gitmiş, üç dişim kırılmış sağda solda yaralar bereler… Birileri gelip geçmiş olsun dedi. Sonra dolmuş durağında bekledim. Bir dolmuş beni gideceğim güzergaha yakın bir yere bıraktı. Yurda geçtim. Beni görünce yönetime haber verdiler. O sıralar ODTÜ Makine Mühendisliği hocası Ahmet Rumeli geldi, yönetimdeymiş. Okulun sağlık birimini aradı ve ismime 20 günlük bir rapor aldı. Ben giderim dediysem de bir müddet okuldan uzak durmamı söyledi. O süreçte biraz da okuldan uzak kalırken kendimize yeni işler bulduk. Hem kitapla iç içe olmak hem de biraz ekonomimizi düzeltmek adına yurtta kitap satmaya karar verdik. Kitap alacağım ama param yok. Hacı Bayram’da kitapçılar vardı. Bir tanesi bana sattıktan sonra parasını ödemek üzere kitap vermeyi kabul etti. İstediğim kitapları aldım, yurdun içinde bir masa ayarladık ve hafta sonu, cumartesi, pazar günleri kitap satmaya başladık.
Hangi kitapları seçmiştiniz hatırlıyor musun?
Orada bulabildiğim, aklımın erdiği, gözümün seçtiği çoğu yerli ve bizim çevreden bildiğimiz isimlerinn kitaplarıydı. Bir kısım dini, bir kısım kültürel kitaplar. Ağırlığı dini yayın yapan kitapçılar olduğu için orada bugün klasikler dediğimiz kitaplardan yoktu. Bir de o günkü ‘dinci’ anlayışın “Bırakın edebiyatı, şiiri, romanı bunlar gençlerimizi bozar” dediği baskın bir dönemdi. Kültür, düşünce, edebiyat ve sanat dünyamızın yeterince toplumun bütün katmanlarında hak ettiği gibi ulaşamayışının temelinde yatan temel problemin de bu olduğunu kanaatindeyim. Bu düşünceyi ortadan kaldırmaya, böyle olmadığını anlatmaya çalışan büyüklerimiz, yazarlarımız Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu gibi isimlerdi. Hatta Rasim Abi’nin Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler kitabı yayınlanana kadar hep böyle baktılar. Biz herkese ve her şeye rağmen bu işi 50 yıldır sürdürdük. Ve ömrümüz olursa 50 yıl daha sürdüreceğiz.
Zafer Çarşısı’nda bir mekân
O yıllarda Ankara’da bu işi nasıl başlattılar?
1977 yılı başlarken Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Akif İnan ve Alaaddin Özdenören ile Ankara ekibi içerisinde bulunmuş Bahri Zengin hep birlikte yayınevini kurdular. Önce Bayındır Sokak’ta 30/C diye bir yer açıyor, aynı anda da Zafer Çarşı’nda yer bakıyorlar. Zafer Çarşısı o tarihte çok önemli bir yer, 80 öncesi ideolojik yapıların, solun merkezi. Öğrencilerin her akşam üzeri ertesi günlerin programını, planını yaptıkları bir yer. Onlar da Zafer Çarşısı içerisinde 12 metrekarelik bir dükkâna talip oluyorlar. Üstelik bir araba fiyatına bir de hava parası ödüyor ve Akabe Yayınevi’ni kuruyorlar. Ben yayınevinin Bayındır Sokak 30/C adresindeyken Ahmet Özalp ve Hüsnü Çakmak da Zafer Çarşısı’nda işi yürütüyor. Daha sonra Hüsnü aramızdan ayrıldı. Ahmet Özalp’e de İstanbul’dan İsmet Özel, Nabi Avcı ve Ahmet Kot üçlüsünün kurduğu Yeryüzü Yayınları’ndan teklif geldi. O da İstanbul’a geldi.
Dergi de yayınevi de kısa sürede duyuldu ve büyüdü diyebilir miyiz?
Biz burada 80’li yıllara kadar öyle çok genişledik ki. Mavera Dergisi tüm Türkiye genelinde biliniyor, kitabevi de iki mekânda birden devam ediyordu. Dergi marifetiyle bütün Türkiye geneline şöyle bir duyuruda bulunmuştuk: “Açılmış ve açılacak kitabevlerine yayınevi faaliyetlerinizi, kitabevinin ihtiyaçlarını karşılamada, yol göstermede yardımcı oluruz.” O kadar işe yaradı ki bu duyuru. Birçok kitabevi açıldı, çoğu da ismini “Akabe” koydu. Hatta Kayseri’de Esad arkadaşımız “Akabe” kitabevi olarak halen devam ediyor. O tarihlerde Türkiye genelinde, 67 vilayet 120’nin üzerinde kitabevi oldu. O kitabevlerinin adresi hâlâ bendedir. Bir duyuru muhteşem bir kültür, edebiyat ve düşünce eylemine dönüştü. Mavera Dergisi’nin yaklaşık 4. yılında dergiyi daha çok kişiye ulaştırmak için uğraşıyorduk. İkinci yerimize Selanik Caddesi’ndeki büroya geçtik. Büroda büyük bir salon, salonda bir Cahit Zarifoğlu masası var, bir de kime denk gelirse oturduğu ikinci bir masa var. Ama Cahit Zarifoğlu’nun masası sabittir ve bir başkası orada oturmaz. Dergi gündemin en önemli maddesi, dergiyi nasıl duyurur ve nasıl abonelikleri artırır, içeriğine neler ekler çıkarırız. Bu günlerce süren bir çalışma oldu yaz dönemi. Sonunda Cahit Zarifoğlu, herkesin aklına gelebilecek ama kimsenin fark edemediği bir yol buldu. Tek bir mektupta bildiğimiz, faal olan, bildiğimiz tüm adresleri toplamamızı istedi. On bin civarında adres toplandı ve bir mektupla genel bilgilendirme ile dergi abonelik daveti gönderildi. Bunun sonucunda en fazla iki bin olan derginin satışı yedi bine çıktı.
O dönemde dergide özellikle Afganistan konusunda özel çalışmalar yapılmış…
O tarihlerde Erdem Abiler bir ekiple önce Afganistan sonra devrim sonrası İran gezileri özel sayıları yapıldı. Bulunduğumuz mekânlara sığamaz olduk. Bayındır Sokak’ta yeni bir yer tutuldu, heyecanla oraya taşınmayı bekliyorduk. Pat diye duyduk ki Cahit Abi İstanbul’a tayin edildi. Bana kalırsa istenirse bir siyasi hareketin bir kültür hareketinin gövdesini oluşturabilecek, Türkiye’yi ayağa kaldırabilecek kadar büyütülmüş bu yapı, faaliyetler sonlandı. Tabii 1980 Darbesi sonrasında dönemin zorluğu muhakkaktı.
Fatih Yurdakul ve İstanbul’daki Fatih Kitabevi’ni işleten çocukları.
Düğün hediyem kitabeviydi
Nasıl devam ettiniz?
Zafer Çarşısı ve büro duruyordu. Ben Zafer Çarşısı’ndaki dükkânda durmaya devam ediyordum. Erdem Abi yine Afganistan’a gidecekken evlenmeme vesile oldular. Onlar Afganistan’dayken biz de düğün yapmış olduk. Ve Erdem Abi giderken “Bu kitabevi sana düğün hediyemiz olsun. Sen işletirsin. Resmi işleri gelince hallederiz” dedi. Akabe üzerine kayıtlı Zafer Çarşısı’ndaki o 12 metrekarelik dükkânı. Çok sevindim, çok büyük bir düğün hediyesi oldu. Oysa Akabe’de başlarken ne kitapçılık yapmak ne de Ankara’da kalmak gibi bir niyetim yoktu. Çok küçük bir ihtimalle Maraş’a dönerim yoksa İstanbul diye düşünüyordum. Ama okul öyle kolay bitmedi. Darbelerle, siyasi meselelerle okullar da sürekli kapandı. ODTÜ’den Eğitim Enstitüsü’ne geçtim ordan dört yılı tamamladım derken mezun olana kadar ben 10 yıl geçti. Hem kitapevini çalıştırırım hem de ulaşabildiğim yayınevlerinin kitaplarını temin eder, dağıtım yaparım diye düşündüm. Büyük Doğu, Diriliş ve Dergâh’ın siparişlerini verdim. Ancak Erdem Abilerin dönmesine yakın onlardan habersiz bana, “Fatihciğim, burayı başka arkadaşımıza devrettik” dendi. Oldu bitti, dükkanı devrettik. Karalar bağlamanın kimseye bir faydası yok. Bir sırt çantam vardı, biraz valiz gibi. Sipariş ettiğim kitapları çantama atıp satış yapmaya başladım. Tam altı ay kapı kapı gezdik. Altı ay sonra Zafer Çarşısı’nda girip çıktığım kitapçılardan bir tanesine ortaklık teklif ettim. Ve ilk Fatih Kitabevi o tarihten itibaren Zafer Çarşısı’nda açıldı. Fatih Kitabevi, o süreçten sonra Zafer Ankara’da Rasim Abinin, Erdem Abinin ve Akif Abinin girip çıktığı mekân oldu.
Ve nihayetinde İstanbul’dasınız…
Biz zaten kitapçılığı Akabe yapısı altındayken de sonrasında da insanın esas alındığı, orada huzur bulacağı, kendisini hissedeceği bir ortam olarak 50 yılı aşkın sürdürdük. İstanbul, hep aklımızın bir köşesinde vardı. İstanbul’da okuyan çocuklarım Ankara’daki kardeşleriyle beraber böyle ortak bir İstanbul kararı almışlar. Bugün Ankara’dan sonra artık İstanbul’da da bir şubemiz oldu. Çocuklarımın bir kısmı burada bir kısmı Ankara’daki Fatih Kitabevi’nde işleri sürdürüyor. Ben her ikisine de gidip geliyorum. Ve inanır mısınız Ankara günleri sanki hiç ara verilmemiş gibi İstanbul’da devam ediyor. Açılış gününden beri, tanıdıkların, dostların ifadeleri de bu şekilde. Bir de yayınevlerinin kapandığı bir dönemde böyle bir kitapçıyı açmamıza şaşıranlar var. Ama bize bakıp, “Fatih bu zor şartlarda geldi ve açtı” desinler. Azalmaya değil, çoğalmaya talibiz. Bu işlere gönül vermiş kişiler olarak örnek olmalı, heyecanlandırmalıyız. Bu mekân, dün olduğu gibi bugün de bu hedefleri, bu amaçlarıyla, bu güzellikleriyle, insana hitap eden tarafıyla var olmaya devam edecek. Gücümüzün, nefesimizin yettiği yere kadar da devam edeceğiz.

Lise tatilinde İstanbul’u karış karış gezdim
İstanbul’daki bu kitabevi yeni olsa da, siz İstanbul’a uzun yıllardır aşinasınız…
Ankara’ya geldiğimde daha önce Maraş’ta particilik, kültür faaliyetleri, sosyal faaliyetler gibi pek çok şeyin içerisindeydim. Büyük şehre gelmek beni şaşırtmadı. Zaten bu gelişin iki sene öncesinde üç ay boyunca yazı İstanbul’da geçirmiştim. Geçen sene rahmetli olan halam marifetiyle İstanbul’u karış karış öğrendim. Halam Acıbadem’de otururdu eşi de Kapalı Çarşı’da kuyumcuydu. Rahmetli biraderim de onlarla çalışırdı. Onlar sabah erkenden giderlerdi ben de öğlene doğru yemeklerini alıp götürürdüm. Gezme programın olmadığı günler Kapalıçarşı’daydım. O tarihte Taksim Meydanı’nda şehrin dört bir tarafına giden araçlar vardı. Halam bana gideceğim yerin adresini, bineceğim otobüsün numarasını, ineceğim durağı yazar, verirdi. Neler yapacağımı, nasıl oraları gezeceğimi de anlatırdı. Ben de tek başıma o verilen yere gider, birkaç saat gezer sonra da aynı yoldan tekrar dönüp eve geçerdim. Yer yer gönderdiği yerleri sorgulardım ama halama karşı saygımız sonsuzdu bir bildiği vardır diye itirazda bulunmadım.


