Kıyma çekilir, sen çekilmezsin Özgür Bayram Soylu
Yenisafak sayfasından alınan verilere göre, SonTurkHaber.com bilgi veriyor.
Gündelik yaşamın akışı içinde bazı olgular var ki, yaşımız ilerledikçe onlara karşı tahammül eşiğimiz belirgin biçimde düşüyor. Çocuklukta sıradan sayılan kalabalıklar, araç kornalarının bitmek bilmeyen gürültüsü, akrabaların hiç eksilmeyen öğütleri ya da çocukların yüksek sesleri; yetişkinlikte giderek daha rahatsız edici hale geliyor. Aynı şekilde ekonomik sıkışmışlığın ve pahalılığın gündelik hayata yansıyan baskısı, sosyal ilişkilerdeki anlamsız tartışmalar, bitmeyen aşk acısı hikâyeleri ya da sürekli akıl dağıtan çevremiz de bireysel sabrı zorlayan unsurlar olarak karşımıza dikiliyor. Bu küçük gibi görünen ayrıntılar aslında bireysel psikolojinin ötesinde; toplumsal değerler, kuşaklararası çatışmalar ve ekonomik-politik koşulların kesişim noktasında konumlanıyor.
Yaşla birlikte azalan tahammül, modern bireyin kentleşme, dijitalleşme ve hızla değişen kültürel kodlara verdiği tepkilerin dolaylı bir ifadesine dönüşüyor. Kalabalıklar artık birlikte yaşamanın değil, birlikte sıkışmanın sembolü haline geliyor.
Çocuk çığlıkları yalnızca bir desibel meselesi olmaktan çıkıp bireysel alana yönelik bir tehdit gibi hissediliyor; akraba sohbetleri ise sıcak aile ilişkilerinden çok, giderek kişisel sınırlara yönelmiş bir kuşatma olarak algılanıyor.
SABIR TAŞINDAN MUTE TUŞUNA
Tüm bu duygular, bireyselleşme ile toplumsal yaşam arasında kurulan dengenin nasıl sarsıldığını gözler önüne seriyor. Günümüzde bireyin kendine ait bir alan inşa etme arzusu, kolektif dayanışma biçimlerini giderek çözerken; bu çözülme yalnızca aile ilişkilerinde değil, arkadaş çevrelerinde ve romantik bağlarda da kendini göstermeye devam ediyor.
Aşk acısı çeken birini dinlemek artık bir dostluk göstergesi değil, sabır sınırlarını zorlayan bir angaryaya dönüşüyor. Çok konuşan ve sürekli akıl dağıtan arkadaşlar, duygusal destekten çok zihinsel yük olarak algılanıyor. Yok yere trip atanlar ise iletişimsel gerilimin yeni sembolleri haline geliyor.
Bu tahammülsüzlük hâlini yalnızca bireysel tercihlerle açıklamak yetersiz kalır; zira burada özellikle Z kuşağının toplumsal aidiyet ve iletişim pratiklerindeki radikal dönüşümü belirleyici rol oynuyor. Sabretmek yerine susturmak, beklemek yerine engellemek, dinlemek yerine geçiştirmek… Bugünün en işlevsel stratejileri haline geliyor. Bu pratikler bir yandan bireysel sınırları korurken, diğer yandan toplumsal bağların gevşemesini hızlandırıyor.
Tahammülsüzlüğün bir diğer kaynağı ise kuşkusuz ekonomik baskılar.
Metrobüste, uçakta, trafikte; insan evladının ayak bastığı her yerde pahalılık yalnızca fiyatların artışı değil, aynı zamanda ilişkilerin de maliyetinin yükselmesi anlamına geliyor. “Ne yiyeceğine karar verememek” gibi sıradan bir gündelik kararsızlık bile aslında ekonomik baskının dolaylı bir tezahürü olarak karşımıza çıkıyor.
Bu baskı beraberinde karar yorgunluğunu, mental tükenmişliği ve sürekli kendini açıklama ihtiyacını doğuruyor. Böylece vatandaş yalnızca fiziksel değil, duygusal ve sosyal sermayesini de koruma altına almaya çalışıyor. Bu korunma hali ise çoğu zaman “çekilmiyor artık” cümlesiyle dışa vuruluyor.
İçinde yılgınlık, yabancılaşma ve direniş taşıyan “çekilmiyor artık” ifadesi, çağın ruhunu özetleyen bir semptom haline geliyor. Nitekim içerik üreticisi Gloob’un görselleri, mizahın eleştirel gücünü devreye sokarak bu gündelik semptomları çarpıcı biçimde görünür kılmayı başarıyor.
AÇILMAYAN PODCAST: AKRABA SOHBETLERİ
Görünürde sıradan, ama özünde çok katmanlı olan bu “çekilmeyen” hâller, Türkiye’deki toplumsal dönüşümün dolaylı fakat güçlü bir aynasıdır.
Sabah ezanıyla yarışan korna seslerinin metropolleri uyandırdığı, evlerde çocuk ağlamasının sessizlik hakkına bir “hakaret” gibi algılandığı, akraba nasihatlerinin ise sofralarda “kimsenin açmadığı bir podcast” misali geçiştirildiği bir hayatın içindeyiz.
Bu manzaranın önünde Ömer ve Sami gibi “abi eskiden böyle değildi” diyerek direnenler de sessizce mağlubiyeti kabulleniyor; zira zaman, artık eski sabır biçimlerini değil, yeni tahammülsüzlük yöntemlerini ödüllendiriyor. Üstelik bu ödüllerin katalogları da dijitalleşmenin sunduğu kaçış stratejileriyle dolu: Mute et, Leave group, Blockla kurtul. Bu ironik hâl, yalnızca bireysel değil, kolektif bir varoluş krizine işaret ediyor. Türkiye’de son 15-20 yılda hızla değişen yaşam koşulları -ekonomik dalgalanmalar, kentleşmenin yoğunluğu, dijitalleşmenin ivmesi, sosyal bağların çözülmesi- bireyi sürekli bir savunma hattına sürükledi.
“Çekilmiyor artık” yalnızca bir isyan ifadesi değil; aynı zamanda bir çağın ilanı. Çünkü bu hayatta hepimizin dayanamadığı bir korna sesi, anlam veremediği bir trip, aramıza mesafe koyan bir akraba ya da oynatılmadan bırakılan bir sesli mesajı vardır. Gündelik hayatın bu küçük gerilimleri, aslında daha büyük bir toplumsal dönüşümün izlerini taşıyor. Tahammülsüzlük, burada sadece bireysel bir sabır meselesi değil; kültürel bir yorgunluğun, duygusal bir tükenmişliğin ve yapısal bir kırılganlığın dışavurumu. Her “bıktım” ifadesi ise, basit bir yakınmanın ötesinde; bir sisteme, bir düzene, bir ilişki biçimine ve bir kuşak farkına yöneltilmiş sessiz bir eleştiri niteliği taşıyor.
Bizde her şeyle savaşamazsın.

