Kudüs’ün tapusu taşta mı, adalette mi? Düşünce Günlüğü Haberleri
Yenisafak sayfasından alınan verilere göre, SonTurkHaber.com bilgi veriyor.
Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak / Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Rektörü
Avrupa’daki emperyalist devletler, sömürgecilik çağını yalnızca silah ve orduyla değil, “bilim” kılıfı altında yürüttüler. Coğrafya incelemeleri, yeraltı ve yerüstü zenginliklerin haritalanması, halkların geleneklerinin araştırılması... Tüm bunlar, tümüyle masum bir akademik faaliyet değil, gelecekteki hâkimiyetin ön hazırlığıydı. “Bilimsel keşif” görünümlü bu çalışmaların asıl amacı, sömürgeleştirilecek toprakların hafızasını parçalamak ve direnci kırmaktı.
EMPERYALİST ARKEOLOJİ
Avrupa’nın sömürgeci güçleri, 19. yüzyıldan itibaren dünya topraklarını sistematik biçimde incelemeye başladılar. Haritalar çıkarıldı, kazılar yapıldı, halkların yaşam biçimleri ve gelenekleri kaydedildi. Görünüşte bilimsel çalışmalar olan bu faaliyetler, gerçekte emperyalist egemenliğin altyapısını hazırlıyordu. Nil’de Firavunlar, Mezopotamya’da Babiller, Anadolu’da Hititler, Filistin’de Kenaniler ve Fenikeliler öne çıkarılırken, İslam sonrası ortak kimlik bilinçli şekilde gölgede bırakıldı. Bu strateji, Müslüman toplumların müşterek kültürel aidiyetini zayıflatmayı ve onları tarihsel köklerinden koparmayı amaçlıyordu.
Kudüs de bilindiği gibi yalnızca bir şehir değil; üç semavi dinin kutsal metinlerinde merkezi bir rol oynayan coğrafya olarak ayrıcalıklı bir konuma sahipti. Tevrat’ta Davud ve Süleyman’dan, İncil’de İsa’ya kadar pek çok peygamberin hikâyesi Kudüs’le bağlantılıdır. Dolayısıyla Batı açısından Kudüs’te yürütülen arkeolojik araştırmalar, salt akademik ilgi değil; inanç yorumlarını güçlendirme, politik meşruiyet sağlama ve rakip iddiaları zayıflatma aracı olarak görülmektedir.
KUTSAL METİN DEĞİL TEKNİK RAPOR
Osmanlı Devleti’nin geniş coğrafyasında 19. yüzyılda arkeolojik araştırmalar ivme kazandı, 1869’da Tanzimat reformları çerçevesinde arkeolojik kazılara yasal düzenleme getirildi. 1881’de yeni müdür olarak görev alan Osman Hamdi Bey’in öncülüğünde Müze-i Hümayun, arkeolojik mirası araştırma, bulma ve devlet denetimine almaya başladı. Bu süreçte, 1880’de Kudüs’te keşfedilen Silvan Yazıtı (Siloam) İstanbul’a getirildi ve koruma altına alındı. Bugün halen İstanbul Arkeoloji Müzesindedir.
Yaklaşık 2700 yıl öncesine tarihlenen yazıt, Fenike alfabesiyle yazılmış en eski İbrani metinlerden biridir. İçeriğinde Kudüs’te bir su tünelinin inşa süreci ve işçilerin çalışmaları anlatılır. Yani yazıt, kutsal bir “vaat belgesi” değil, günlük mühendislik faaliyetini kayda geçiren teknik bir sonuç raporudur. Bazı İsrail ileri gelenleri ise bu yazıtı “Kudüs’ün tapusu” olarak sunmaktadır. Soykırım suçlusu Netanyahu, Silvan yazıtını Kudüs’ün mülkiyet belgesi ilan etmiş, Türkiye’den iadesini talep etmiştir. O halde şu soru kaçınılmazdır: Bir taş parçasına dayanarak 2700 yıl öncesinin mülkiyetini bugüne taşıyabilir misiniz? Eğer bu mantık işletilecekse, Amerika kıtası Kızılderililere, Güney Amerika İnkalara ve Azteklere, Avustralya da Aborjinlere iade edilmelidir.
TAŞ YAZIT İLE TARİH GÖLGELENEMEZ
Kudüs’ü Yebusilerden alan Hz. Davut, Mescid-i Aksa’yı yapan Hz. Süleyman, Kudüs şehrini fethederek orada gerçek adaleti tesis eden Hz. Ömer, Yavuz Sultan Selim’in İstanbul ile kardeş kıldığı Kudüs’ü yeniden imar eden ve surlarını bugünkü şekline sokan, kapılarından birine “Halilürrahman” adını veren ve kitabesine La İlahe İllallah İbrahim Halilüllah yazan Kanuni Sultan Süleyman’dır. Kanuni, Türkler ve Müslümanların en güçlü olduğu dönemde Hz. Ömer’in yolundan giderek “Kudüs herkesindir” düsturunu tekrar tesis etmiştir. Bu anlayış çerçevesinde 3 bin yıllık Kudüs tarihinde yaklaşık 12 asır İslam egemenliği yaşandı. Tolunoğulları, İhşidiler, Eyyubiler, Memluklar, Osmanlılar döneminde yaklaşık 8 asır boyunca Türklerin hâkimiyetinde kalan Kudüs ve Filistin konusunda Türkiye’nin sözleri çok daha değerli ve geçerlidir.
İsrail her konuda üstenci bir söyleme sahip olarak “ben ne dersem o doğrudur” ve “son sözü biz söyleriz” gibi yaklaşımlarla komşularından başlayarak bölge ve dünya ülkelerini tehdit etmektedir. Netanyahu, Kudüs’ün tek sahibinin kendisi olduğunu söyleme cüretinde bulunurken tarihi gerçeklere aykırı davrandığı gibi mevcut uluslararası hukuku da çiğnemektedir.
Bir taş yazıt ile bu tarihi gölgelemek mümkün değildir. Tarih, tekil vesikalarla değil, bütüncül bağlamıyla okunur. Kudüs’ün tarihi, Yebusilerden Hz. Davud’a, Babil’den Perslere, Roma ve Bizans’tan İslam ve Türk hâkimiyetine kadar çok katmanlıdır.
HAM SİYONİST HAYALLER
İsrail, tarihsel tezini üç temel argüman üzerine kurmaktadır: Bunlardan birincisi, Yahudilerin “seçilmiş halk” olduğu iddiasıdır ki buna dayanarak diğer ırk ve inanıştaki insanlar ile kendi aralarına mesafe koyarlar ve kendilerini herkesten üstün görerek her türlü hukuksuzluğu meşrulaştırma yolunu açarlar. İkincisi, Nil’den Fırat’a kadar uzanan toprakların Tanrı tarafından kendilerine “vaat edilmiş topraklar” olduğunu iddia ederek yayılmacı siyasetlerini teolojik kaynaklı meşru bir zemine taşıdıklarını düşünürler.
Üçüncüsü ise; Üçüncü Mabet devrini başlatacakları iddiasıdır. Buna göre Birinci Mabet devri Hz. Süleyman ile, İkinci Mabet devri Maccabi isyanı ile başladı. Üçüncü Mabet devri yolunda Kudüs’e tam bir hakimiyet kurmak amacındalar. Başkenti Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma çabası da bu amaçladır. Kudüs hakimiyeti sağlanınca Filistin ve vaat edilmiş topraklara yayılacaklar ve ardından Tanrı kıyameti koparacak ve sonra Yahudiler için cennet hayatı başlayacak. Bu ütopik Siyonist iddialar ve bu iddiaları realize etmeye yönelik politika ve eylemler bölgeye barışın gelmesini engellemektedir. Aynı zamanda uluslararası hukuk açısından da geçerliliği olmayan ham hayallerdir.
Silvan Yazıtı’nın da bu hayallerinin kuvvetli bir delili olduğu iddiasındalar. Oysa yazıtın bulunduğu dönemde günlük konuşulan dil Aramca idi. İbran dili ise canlı bir iletişim dili olmaktan çıkmıştı. Dil dahi değişmişse, nasıl Kudüs bizimdir iddiası dikkate alınabilir. Dolayısıyla yazıt, “Kudüs bizimdir” iddiasını destekleyebilecek bir güçte bile değildir.
KUDÜS’ÜN TAPUSU NEREDE?
Kudüs Rum Ortodoks Patriği, Hz. Ömer’in 638 yılında Kudüs halkına verdiği emannamenin bir kopyasını Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a takdim etti. Böylece İstanbul’un Kudüs ile tarihî bağları ve diplomatik mirası Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın huzurunda buluştu. Erdoğan’ı ziyaret eden Kudüs Patriği, Hz. Ömer’in adaletini ve Kudüs’teki birlikte yaşama ve hoşgörü geleneğini hatırlattı. Buna göre, Kudüs Müslümanların, Hristiyanların ve Yahudilerin ortak şehridir. Evet, Kudüs bugün işgal altındadır ama eğer bir “tapu”dan söz edilecekse, o tapu İstanbul’dadır. Osmanlı arşivlerinde, İslam’ın adalet mirasındadır.
Kudüs, Hz. Ömer’in emannamesiyle yeni bir kimlik kazanmıştı. Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerin bir arada yaşamasına imkân tanıyan bir şehir ve toplumsal hoşgörü kültürü inşa edildi. Bu nedenle Kudüs, yalnızca bir “Yahudi şehri” değil; üç semavi dinin ortak mirasıdır. Unutulmamalıdır ki Silvan Yazıtı bulunduğunda Kudüs Osmanlı toprağıydı. Eser, yasal biçimde İstanbul’a getirilmiş, bugün de 2863 sayılı yasa gereği Türkiye Cumhuriyeti’nin koruması altında devlet malı statüsünde muhafaza edilmektedir. Üstelik yazıt İstanbul’a geldiğinde İsrail adında bir devlet dahi yoktu.
ABDÜLHAMİD HAN’DAN GÜNÜMÜZE TÜRK DEVLET GELENEĞİ
Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Sultan II. Abdülhamid, mali krizin en ağır hissedildiği bir dönemde, Theodor Herzl ile yapılan Osmanlı’nın tüm borçlarını ödeme karşılığında Filistin topraklarında bir Yahudi yurdu kurulması teklifini, “vatan toprağı satılık değildir” diyerek kesin bir biçimde reddetmiştir. Bu tutum, yalnızca bir siyasi tavır değil, aynı zamanda şehit kanıyla kazanılmış toprakların maddi değerlerle ölçülemeyeceğini vurgulayan güçlü bir tarihsel iradedir.
Benzer bir duruş, günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin Kudüs ve Filistin meselelerine yaklaşımında da görülmektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail tarafından farklı dönemlerde gündeme getirilen tekliflere karşı takındığı tavır, Sultan Abdülhamid’in reddiyesini hatırlatmaktadır. Nitekim geçmişte Netanyahu’nun, dönemin hükümetlerine müze eserleri karşılığında tarihî ve siyasi nitelikli düzenlemeler teklif ettiği iddiaları, aynı zihniyetin sürekliliğini göstermektedir.
Burada dikkat çeken husus, İsrail tarafının tarih boyunca zaman zaman maddi vaatler, siyasi baskılar ve diplomatik manevralarla kendi lehine sonuç almaya çalışmasıdır. Ancak Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan Türk devlet geleneği, bu tür girişimlere karşı daima aynı ilkeli duruşu sergilemiştir. Dün Abdülhamid Han’ın reddettiği teklifler nasıl sonuçsuz kalmışsa, bugün de benzer yolların çözüm getirmediği açıktır.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin Kudüs ve Filistin konusundaki yaklaşımı, Sultan Abdülhamid’in çizgisini sürdürmektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail tarafından gündeme getirilen tekliflere karşı takındığı tavır, aynı ilkeli duruşun günümüzdeki yansımasıdır. Dün Sultan’ın reddettiği teklifler sonuçsuz kaldıysa, ne bugün de ne yarın aynı çarpık zihniyetin başarıya ulaşması mümkün değildir.
Son tahlilde bu tür teşebbüsler, büyük stratejik vizyonlardan ziyade kısa vadeli ve dar hesapların ürünüdür. Hem tarihsel hafıza hem de siyasal kararlılık, Filistin ve Kudüs meselesinde Türk devlet aklının istikrarlı bir şekilde devam ettiğini göstermektedir.
TAŞLAR DEĞİL ADALET KONUŞUR
Kudüs’ün tapusu ne Silvan Yazıtında ne de Netanyahu’nun söylemlerindedir. Kudüs’ün gerçek tapusu; Osmanlı arşivlerinde, Hz. Ömer’in fermanında, Kanuni’nin surlarında ve insanlığın vicdanında saklıdır.
Bir taş yazıt üzerinden egemenlik inşa etmeye çalışmak, tarihin çok katmanlı hakikatini yok saymak demektir. Kudüs, tarih boyunca farklı medeniyetlerin, halkların ve inançların ortak mirası olmuş; adalet ve birlikte yaşama iradesiyle şekillenmiştir. Bugünkü işgal ne bu tarihi silebilir ne de yazıt üzerinden meşruiyet kazanabilir.
Çağımızda egemenlik iddiası bir arkeolojik esere dayandırılamaz. Kudüs, tarih boyunca farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış olmakla birlikte, yaklaşık 12 asır boyunca en fazla İslam Medeniyeti’nin hükümran olarak yaşadığı bir şehirdir. Yaklaşık 8 asırlık sürede Millet olarak Kudüs’e en uzun süre hükmeden de Türklerdir. Dolayısıyla Kudüs’ün sahipliği tek bir topluma, tek bir yazıta indirgenemez. Kudüs’ün tapusu İstanbul’da, Türk tarihinde, Hz. Ömer’in adaletinde ve insanlığın vicdanındadır…
İSRAİL’İN EGEMEN OLMAK İSTEDİĞİ YAZIT MI YAZGI MI?
İsrail’in Silvan yazıtını Türkiye’den geri almaya yönelik hamlesi Ortadoğu ve Kudüs üzerinde iddia ettiği teolojik meşruluğun, tarihsel somut vesikalar vasıtası ile desteklenmesini amaçlamıştır. Eğer bu yazıta sahip olurlarsa, bölge halkları üzerinde yaptıkları soykırım ve zulmü, aslında “toprakları işgal edilmiş mazlum (!) ve kendileri için kullanışlı bir kavram olan mağdur (!) bir halkın haklı (!) mücadelesi şeklinde bir algı dönüşümü ile meşrulaştırmaya çalışacaklardır. Bu yüzden İsrail için mesele sadece sözde kutsal metin saydıkları Silvan yazıtı değil, Kudüs’ün yazgısına egemen olma ve yön verme mücadelesidir.
Devamı olduğu Osmanlı İmparatorluğu gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti de İsrail’in kendi tezlerine meşruluk sağlamamıştır, sağlayamayacaktır; İsrail’in Kudüs’ün ve Filistin’in asıl sahibinin kendileri olduğunu desteklemek için ele geçirmeye çalıştığı topraklara ya da sembollere erişimine geçmişte olduğu gibi günümüzde de aynı kararlılıkla karşı çıkmaya devam edecektir.
Millet ve devlet olarak mazlumun ve haklının korunmasına ilişkin adil, kadim ve kararlı duruşumuz tarihsel olarak da kayıtlıdır ki; İsrail’den gelecek para yahut tehditlerle değişmemiştir, değişmeyecektir…


