Mikado oyunu (1) Süleyman Seyfi Öğün
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuruda bulunuyor.
Ortadoğu’daki manzara giderek daha fazla
Japonların meşhûr oyunu Mikado’ya
benzemeye başladı. Oynayanlar bilir; üzerinde farklı renkler olan bir küme çubuk, deste hâlinde toplanır ve rastgele masaya saçılır. Oyuncular sırayla diğer çubukları oynatmadan bunları toplamaya başlar. Sıra kendisinde olan oyuncu bir çubuğu alırken diğerlerinden birisini veyâ diğerini kıpırdatırsa sıra diğer oyunculara geçer. Çubukların renkleri farklı puanları temsil eder. Oyunun nihâyetinde oyuncuların topladıkları çubuklar, üzerlerindeki farklı puanları temsil eden puanlar itibârıyla sayılır. En fazla puanı kazanan oyunu kazanmış olur.
Mikado oyununda başlangıç kolaydır. Diğer çubuklardan tamâmen uzağa düşen çubuklar, sıra her kimdeyse onun tarafından kolaylıkla toplanır. Bundan sonra oyun giderek zorlaşacaktır. Maharet, üst üste binmiş çubukları diğerlerini hareket ettirmeden toplayabilmektedir. Öyle anlar gelir ki, bu, artık imkânsız olur. Hâliyle kümeyi dağıtmak kaçınılmazdır. Mesele, bunu en az kayıpla yapmaktır. Bu aşamada sıranın sizde olması başlangıçta olduğu gibi avantaj değildir. Dikkatsiz bir hareketinizle kümeyi öyle dağıtırsınız ki, bunları kolayca toplamak rakiplerinize kalır. O hâlde
başkalarına kazandırmaktan veyâ en az kazandırarak
kümeyi dağıtmaktır.
İsrâil-Filistin savaşı, Gazze’deki soykırım, Sûriye ve umûmiyetle Ortadoğu’nun merkezde olduğu BM toplantısında yapılan konuşmaları ve alt müzâkereleri tâkip ederken bunları düşündüm. Evet, oyunun en zor kısmına gelindi.
Bu noktadan sonra hiç kimsenin vermeden alması mümkün görünmüyor. Mesele, az elde ederek çok kaybetmek veyâ tersinden olarak az vererek daha çok kazanmak arasına sıkışmış durumda.
Artık karşımızda maksimalizmi kaldıracak bir manzara yok.
7 Ekim Aksa Tufânı’nın hemen arkasından Batı’dan gelen tepkileri hatırlayalım. Liderler soluğu Tel Aviv’de almış, başta Netanyahu olmak üzere “kurban” olarak gördükleri İsrâil’in liderleriyle sarmaş dolaş olmuş, neredeyse iki gözleri iki çeşme vaziyette fotoğraf vermişlerdi. HAMAS, çok sayıda İsrâilli vatandaşı öldürmüş, yüzlercesini de rehin almıştı. Uluslararası normlar mucibince İsrâil’in cevap hakkı mevcuttu. Kimsenin aklına İsrâil’in senelerdir Gazze’ye uyguladığı acımasız abluka ve Gazzelinin günlük hayâtını işkenceye dönüştüren uygulamaları gelmiyordu. Ne de olsa bunlar vahşi Müslüman, Doğulu mahlûklardı. Yahudîler, Hitler devrinde nasıl gadre uğratılmışlarsa, şimdi de onların yerini bu “vahşiler” alıyordu. Bu kervâna Batı’nın kültürel elitleri, ünlüler de katılmakta gecikmedi. Sinema oyuncuları, yazarlar, düşünürler İsrâil’e destek vermekte gecikmedi.
Zamân geçiyor ve Gazze’de İsrâil’in intikâm almak adına acımasız eylemleri her geçen gün artıyordu. Yaşananları uzun müddet alık alık tâkip eden dünyâ kamuoyu İsrâil’in saldırılarının dozu arttıkça ve sivil kayıplar arttıkça yavaş yavaş hareketlenmeye başladı. Üniversite öğrencilerinin, daha sonra bastırılsa da ABD’de başlattığı kampanyalar fitili ateşledi. ABD ve Avrupa’da çeşitli sivil toplum teşkilatları giderek kitleselleşen gösteriler düzenlemeye başladılar. Bu arada Trump iktidâra gelmiş ve ABD’nin İsrâil’e verdiği destek daha da artmıştı. Trump’ın içerideki faşizan uygulamalarından yılan Trump aleyhtârı kitlelerin tepkilerinden yavaş yavaş İsrâil de nasibini alıyordu.
AntiTrumpizm için için antisiyonist bir renk kazanmaya başladı.
Bu yırtılma, Trump’ı iktidâra taşıyan MAGA Hareketi içinde de yayılmaya başladı.
Amerikan aşırı sağı içinde yer alan antisiyonist, hattâ antisemitist hissiyât da açığa çıkmaya başladı.
Tucker Carlson medyada bunun temsilciliğini yapıyordu. Trump’a verdiği destekle bilinen aşırı sağcı gençlik lideri Charlie Kirk’in cinâyeti üzerinden şâibeler yükseldi. Yakın dostu Carlson, Kirk’ün son zamanlarda Netanyahu’dan ve İsrâil’e verilen destekten şikâyet ettiğini ve bu mealde konuşmalar yaptığını söyledi. Hattâ, onun öldürülmesinde İsrâil’in parmağı olabileceğini imâ etti. Hâsılı,
ABD’de “hakikî”, “öz” MAGA’cılar ile Evanjelist aşırı sağ arasında sağlanmış olan ittifak eriyor ve çelişkiler belirginleşiyor.
Katolik dünyâsında ise antisiyonist dalganın hızla pekiştiğini söyleyebiliriz.
İspanya ve İrlanda gibi Katolik devletler daha başından beri sert bir şekilde İsrâil’in karşısında yer aldılar. Yine yoğun bir Katolikliğin hüküm sürdüğü Lâtin Amerika’da ise birkaç istisna haricinde çok kuvvetli bir antisiyonist bloklaşma yaşanıyor. İsrâil’in saldırılarından bir Katolik kilisesinin de nâsibini almış olması Papa’yı bile mırın kırın etmeye zorladı.
Yakın zamanlarda Japonya’dan Meksika’ya kadar çok yaygın bir coğrafyada milyonlarca insanın İsrâil’i kınayan dev gösteriler tertip ettiğini gördük. SUMUD Filosu’nun devâm eden seferi buna ilâve oldu. 7 Ekim’den hemen sonra İsrâil’i destekleyen Habermas ve Zizek gibiler şu aralar suskun. Buna mukâbil çok sayıda sanat ve kültür insanı açık açık İsrâil’i kınıyor. Küresel olarak yurt dışına çıkmış İsrâilli turistler dükkânlara kabul edilmiyor, horlanıyor. II.Umûmî Harp sonrasında dünyâya hâkim olan Yahudi sempatisinin yerinde artık yeller esiyor.
Netanyahu ve çetesi ise çıktıkları yoldan dönmek niyetinde değil. Dünyânın İsrâil aleyhtârı bir çizgiye kayması İsrâil kamuoyunu da keskinleştiriyor. İsrail kamuoyunun %70’inden fazlası tekmil Gazzelilerin öldürülmesi gerektiğini savunuyor. Netanyahu ve faşist çetesini de maksimalist çizgide tutan bu destek. Lâkin bunun dünyâda bir karşılığı artık pek yok.
Dünyâ bu maksimalizmi taşıyamıyor. Mikado oyununun en çetin safhasındayız.
Sıkışan kümenin nasıl dağıtılacağı gündemde. Son BM toplantısındaki hava, Avrupa devletlerinin Filistin devletini tanıma çıkışı bunu gösteriyor. Ama çok dikkatli olmak gerekiyor. Birileri az bir kayıpla birilerine çok kayıp verdirmenin hesaplarını yapıyor. Süreci hassas bir şekilde tâkip etmeye gayret ediyorum. Bu hususta bâzı değerlendirmelerim var. Onları olgunlaştırarak bir sonraki yazımda anlatmaya çalışacağım...


