Militarizmin yükselişi ve Avrupa(1) Süleyman Seyfi Öğün
Yenisafak sayfasından elde edilen bilgilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuru yapıyor.
Almanya’da yeni kurulan hükûmetin Başbakanı olan F. Merz ,sıkı bütçe dengelerini kollayan mevcût kanunların mânialarını da aşarak parlamentodan Almanya’nın silâhlanmasını temin edecek bir kaynağı çıkardı. Bu süreç, İngiltere, Fransa ile eşgüdümlü daha ihâtalı bir programın parçası. Yakın zamanlara kadar bir Avrupa Ordusu kurmak adına yapılan fikrî hazırlıkların en somut hâlini ifâde ediyor. Ama daha mühim ve düşündürücü olan husus, Almanya’nın bu işin kalbinde yer alması.
II.Umûmî Harp Japonya-İtalya ve Almanya’nın sıkı bir ittifâkına dayanıyordu. Her üç devlet
katı militarist ideolojinin çeşitlemelerine
sâhipti. İtalya’da, adına faşizm denilen militarizm çok kuvvetli bir tabana sâhip değildi. Belki de İtalyan milletinin Akdenizli tabiatı ,bu kaba ideolojiyi hazmetmiyor ve faşizm yukarıdan aşağıya doğru zerk edilirken tutunumsuz kalıyor; buharlaşıyordu. Buna mukâbil Almanya ve Japonya’da çok sağlam karşılık buluyordu. Bu da aslında yine bu iki milletin hâkim kültüründen kaynaklanıyordu. Hem Almanlar hem de Japonlar gecikmiş modernleşmelerini daha başından militarist temellere oturtmuştu. Norbert Elias, Barrington Jr.Moore gibi yazarların çalışmaları tam da bunu ortaya koyar.
Militarizm ,zırâî feodal değerlerle sınâî kapitalizmi eklemleyen bir işlev görüyordu.
Buna kabaca ölümcül kesinlikte bir adanmışlık diyebiliriz. Kültürel kökleri itibârıyla
Almanya’da kılıç soylusu Junkerler, Japonya’da ise Samurayların ödev ahlâkıyla
irtibatlıydı. Bunu Kant’ın o mâhut ödev ahlâıyla karıştırmamak icâp eder. Kant,ödev ahlâkını; daha doğru bir ifâdeyle ödeve adanmışlığı en ilkesel düzeyde bireysel, özerk bir akıl ve vicdânın eseri olarak görüyordu. Burada ise akıl devreden çıkar, gözler kapanır ve ataların ruhlarıyla duygusal bağlar kurularak huşû için ölmeye ve öldürmeye gidilir.
Hâsılı paganlıktan, atavizmden beslenen mistik bir ödev ahlâkıdır bu.
Militarizmi devreye sokan maddî gelişmeler ise doğrudan kapitalizmin krizleri ile alâkalıdır. Bu hususlarda çok yazdım. Kısaca hatırlatayım: Kapitalizm kitlesel emeği
evvelâ tulum giydirerek
her nevi sömürüye açık sıkı bir çalışma disiplini içinde emiyor ; krizler sistemik bir mâhiyet kazandığında ise militarizme müracaat ederek
tulumu çıkartıyor ; bu defâ üniformaya sokuyor
ve savaştırıyordu. Yıkmak ve yıkılanı yeniden ayağa kaldırmak kapitalizmin krizlerinden kurtulmak için müracaat ettiği en bilinen metod idi.
II.Umumî Harp akıl almaz bir tahribat doğurdu ve milyonlarca insan öldü. Neticede Almanya ve Japonya mağlup edildi. Dünyâda Angloamerikan merkezde yeni bir düzen kuruldu. Bu düzende Almanya ve Japonya ,militarizme en yatkın milletler olarak cezâlandırıldı. Cezâ;
bu iki savaşçı devletin silâhsızlandırılması ve âdeta bir iş merkebine dönüştürülmesiydi.
Savaşın yegâne otoritesi, dünyâyı onlardan kurtaran ABD olacaktı.
Komünist kamp ise ABD’nin silâh kapasitesini zinde ve dinamik tutan bir tavşan koşucudan başkası değildi.
Sovyetler ve onun peyki olan Doğu Avrupa’nın varlığı bir tehdit algısı doğuruyor; Batı Avrupa’nın ABD’nin güvenlik ağında kalmak için bir zarûret doğuruyordu. Avrupa, başta Almanya olmak üzere ABD için üretecek , ABD ise bastığı Dolarlarla onları kıt’asına çekecekti. Avrupa’daki demilitarizasyon ,bu üretilen artığı fazlaştırmak içindi.
Bir açıdan bakıldığında bu Avrupa için eşitsiz bir ilişkiydi. “Günahkâr” ve lânetlenmiş Almanya’nın buna itirâzı olamazdı. Fransa ABD-Avrupa arasındaki ilişkilere ses çıkaran yegâne devletti. De Gaulle Eurodolara isyan ediyordu. Ona 1968’de bedelini ödettiler. Başka bir açıdan bakıldığında ise , mevcut eşitsiz durum Avrupa için bir avantaj olarak da görülebilir. AB’nin kurulması bu iki zıt dinamiğin diyalektiğinde şekillendi. Bilhassa Vietnam Savaşından başlayarak görüldü ki,
ABD dünyânın pis işleriyle , savaşlarla boğuşuyor ve uzak coğrafyalara her müdahalesinde biraz daha yıpranıyordu.
Bununla da kalmıyor; askerî harcamaları her geçen gün büyüyor ,tahammül edilmez boyutlara varıyordu. Hâlbuki
Avrupa bu yükten berî idi.
Tekmil kaynaklarını üretime kaydırabiliyordu. Dahası, bunun hatırı sayılır bir kısmını demokratik kanalları kullanarak uluslarına aktarıyorlardı. 1980’lerde başlayan ve kamuculuğu dağıtan neoliberal dalga Kıt’a Avrupasını da ulaştı. Ama hayli kırılarak
. Kıt’a Avrupası Anglosakson neoliberal dalgaya rağmen kamucu önceliklerini parlak devirlerindeki kadar olmasa da korudu.
Bunun ismi Ren kapitalizmi veyâ Avrupa tarzı refahtı. ABD kirli dünyâ işlerinden debelenirken, Avrupa steril kalıyordu. Avrupa, Napolyonik ordu-millet mirâsın yok edildiği, mecbûrî askerlik hizmeti kaldırıldığı, bireylerin özgürleştiği, derin kültürel târihi ve entelektüel mirâsı ile barışçıl,medenî tercihler yapabildiği
ABD’ye alternatif bir çekim merkezi olmak
yolunda ilerliyordu. Şâhit olanlar, 1990’larda Türkiye’nin AB’ye girmesi için çırpınan entelektüel kampanyaların baskın söylemini hatırlayacaklardır. Bu söylem daha çok antiemperyalist bagajını terk eden Yeni Sol bir söylemdi. İçlerinde düşük dozda da olsa yine de bir ABD karşıtlığı vardı. AB’ne kapağı atmak onlar için kurtuluştu.
Devâm edeceğiz..


