Özgürlük için ayakta ölmek! Düşünce Günlüğü Haberleri
Yenisafak sayfasından alınan bilgilere göre, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
Mehmet Kırtorun / Yazar
Filistin’de olanları anlamak için yalnızca bugünün haberlerine değil, tarihin belleğine kulak vermek gerekir. Her çağda bir yönetici çıktı, suçu idare etti, inkârı organize etti. Onlar cellat değil, kâtiptiler; kararları onlar almadı, sadece prosedürü uyguladılar. Bürokrasi içinde eriyen kötülük, en çok da buydu: Sıradanlaşmış, rasyonelleştirilmiş, teknikleştirilmiş bir yok etme biçimi.
Irak’ta ise kitle imha silahları bahanesiyle başlatılan işgal, milyonlarca insanın hayatını altüst etti. Bir ülkenin haritası yeniden çizilirken, ölenler yalnızca istatistik olarak kayda geçti. Bosna’da şehirler yakılırken Avrupa “denge politikası” diyordu. Grozni’de Rus uçakları sivil yerleşimleri hedef aldığında ise dünya “iç mesele” deyip sırtını döndü. Şimdi aynı bahanelerle, aynı inkâr diliyle, başka bir halkın hayatı tehdit altında. Tarih, yalnızca tekrarlanan suçlarla değil; bu suçlara verilen suskunlukla da yazılıyor.
DİLİN HAFIZASI ŞİDDETİ UNUTTURUR
Netanyahu’nun dili, tarihin çok iyi bildiği bir dildir. “Onlar insan değil”, “onlar terörist”, “sadece kendimizi savunuyoruz” gibi ifadeler daha önce de duyuldu; Hiroşima’da da söylendi, Ruanda’da da. 9 Ekim 2023’te İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, Gazze’ye yönelik tam abluka kararını açıklarken, “İnsan hayvanlarıyla savaşıyoruz ve buna göre hareket ediyoruz” diyerek bu dili yeniden sahneye çıkardı. Bu cümle, yalnızca bir savaş taktiğini değil; bir halkın topyekûn, resmî ağızdan insanlık dışı ilan edilmesini ifade ediyordu.
Bu türden söylemler, tarih boyunca despotların meşrulaştırma aracıdır. Onlar çoğu zaman doğrudan yenilgiyle değil, inkârla, sessizlikle ve unutturulmakla tanımlanırlar. Bugün Netanyahu da, geçmiş tiranların güncellenmiş bir versiyonu gibi konuşuyor. Kullandığı dil, sadece askeri stratejiyi değil; bir halkın tüm varlığını sistematik biçimde yok saymayı hedefleyen ideolojik bir programı yansıtıyor.
Ama tarih hep bir kıvılcımı kaydeder: bir annenin çocuğunun adını fısıldayışı, bir çocuğun taşla tankın önüne dikilişi, bir adamın toprağına dönmek için yaktığı meşale… Sayılar değil, işte bu sahneler kalır hafızalarda. Çünkü acı tekrarlandıkça yaraya dönüşür; direniş ise paylaşıldıkça kıvılcım olur, yürekten yüreğe geçer.
AHLAK YERİNİ OPTİMİZASYONA BIRAKTI
Netanyahu’nun yüzündeki soğukluk bir kişilik meselesi değil, bir çağ belirtisidir. Bu soğukluk, şiddeti duygudan arındıran, bürokratikleştiren bir aklın ürünüdür. Artık ölüm sahnesi, televizyon grafiklerine, askeri brifing sunumlarına ve diplomatik cümle sonlarına sığdırılabiliyor. Acı dijitalleştikçe, gerçeklik hissi buharlaşıyor. Ölenler yok olmuyor; yalnızca istatistiksel forma indirgenerek görünmez oluyorlar. Gazze’de bombalanan bir hastane, Netanyahu için bir “yan maliyet”.
Bugün kötülük haykırarak değil, veri akışında sessizce ilerliyor. Bir zamanlar barbar olan kaba şiddet, artık kapsamlı yönetim sistemlerinin içinden konuşuyor. Adalet yönetilebilirliğe, vicdan veri tabanına, merhamet maliyet hesabına, güvenlik adaletin yerine, hakikat ise kurumsal söylemin gölgesine terk edildi.
Çünkü artık mesele, adaletin tecellisi değil; sistemin aksamadan işlemesidir. Bu yüzden çağımızda şiddet, kaba gücün değil; normalliğin içine gizlenmiş teknik zarafetin suretinde dolaşıyor. Ve en tehlikeli olan, şiddetin ‘değilmiş gibi’ görünmesidir.
Ama hafıza, algoritmalarla değil, yarım kalan cümlelerle çalışır. Asıl hatırlananlar, haber başlıkları değil; bir çocuğun bakışı, bir annenin sessiz ağıtı, bir kızın defteriyle vedalaştığı o son andır. Bu detaylar, sistemin unutturmaya çalıştığı fazlalıklardır; tam da bu yüzden en hakiki olandır.
KAÇ KİŞİ İNSANLIKTAN ÇIKTI?
Sistem, hâlâ yaşayanı değil; hayatta kalanları yönetir. O nedenle her saldırının ardından “Kaç kişi öldü?” diye sorarız da “Kaç kişi insanlıktan çıktı?” diye sormayız. Oysa gerçek tahribat oradadır: İnsan olmanın altının oyulduğu noktada.
Bu düzenin devamlılığı için iki şey gerekir: Birincisi, süreklilik arz eden bir tehdit algısı. İkincisi, onu izleyen suskun bir dünya. Bugün her bombanın ardında, sadece İsrail’in askeri teknolojisi değil; dünyanın diplomatik utancı vardır. Her yıkıntının altında yalnızca moloz değil, terk edilmiş ahlaki değerler yatar.
Ve bu sessizliğin ardında, bir tür rıza gizlidir. Çünkü “medeniyet” denilen şey, kendini ancak barbarlık icat ederek var edebilir. Barbarlık, onun öteki aynasıdır. Ona karşı konumlandığı takdirde, kimlik kazanır. Ama asıl sorun şudur: Medeniyetin tanımı, hep silahı tutanların ağzındadır.
Filistin, işte bu düzenin gözden çıkardığı eşiktir. Ne Batı’nın çıkarlarına tam uyuyor ne de sessizce yok olmayı kabul ediyor. Direniş bu yüzden suç sayılıyor. Çünkü boyun eğmeyen her varlık, bu düzene göre “tehlikeli”dir.
DİRENİŞ UNUTMAMA ISRARIDIR
Direniş bazen bir silah değildir. Bazen bir annenin çocuğunun adını unutmayışında, bazen bir çocuğun yıkıntılar arasında oyuncak bir ayıyı kucaklayışındadır. Bazen bir adamın evinden çıkarılmasına rağmen toprağının adını anmasında saklıdır. Direniş, yalnızca düşmana karşı koymak değil; kendi insanlığını unutmaya karşı yürütülen içsel bir savaştır.
Çünkü zulüm yalnızca öldürmekle yetinmez. Susturur, aşağılar, değersizleştirir. Kurbanın yalnızca bedenine değil, hafızasına da saldırır. Kendisini zavallı, çaresiz, güçsüz hissettirmek ister. Ona yalnızca yaşama hakkını değil, onurlu yaşama iradesini de unutturmak ister. İşte bu noktada direniş başlar.
Bir halkın diz çökmemesi, yaşamak istemediğinden değil; insanlığını pazarlık konusu yapmamaya yeminli oluşundandır. Çünkü bazı anlar vardır ki yaşam, yalnızca bir uzlaşma değil, bir vazgeçiştir. Ve bazı ölümler vardır ki, yaşamaktan daha diridir. İşte bu yüzden Gazze’nin çocukları yıkıntılar arasında koşarken ağlamazlar; çünkü onlar, bir halkın ayakta kalma inadını sırtlarında taşırlar.
Direniş, kendi adını unutmamaktır. Coğrafyanı kaybetmiş olsan bile, seni sen yapan kelimeleri ezberden okumaya devam etmektir. Direniş, seni görmezden gelen dünyanın suratına insan kalma ısrarını çarpmaktır. Çünkü insan kalmak, bu çağda en radikal eylemdir.
Bu nedenle bazen dizlerimizin üzerinde yaşamaktansa, ayaklarımızın üzerinde ölmeyi tercih etmeliyiz. Çünkü diz çöken sadece bedendir; ama uzun süre diz çökenin zihni de çöker. Boyun eğmenin kronikleştiği bir çağda, direniş sadece politik değil; varoluşsal bir tepkidir. Bütün çağrılara, tehditlere, ikna çabalarına, diplomatik tuzaklara rağmen “hayır” diyebilmektir.
Filistin direnişi, sadece askeri bir mücadele değil; insan onurunu koruma mücadelesidir. O direnişin içine doğan her çocuk, özgürlüğün henüz kaybedilmediğini hatırlatır. Ve dünya, bir gün bu çocuklara özgür bir gökyüzü borçlu olduğunu anlayacaktır.
Çünkü yaşam, yalnızca nefes almak değil; onurla ayakta durabilmektir. Ve insan, bazı zamanlarda yalnızca öldüğünde gerçekten yaşamış olur.


