Riyakârım, riyakârsın, riyakârız! Özgür Bayram Soylu
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak duyuru yapıyor.
Gazze, 21. yüzyılın en ağır insanlık trajedisine sahne olmayı sürdürüyor. Bu kadim toprak parçası coğrafi bir konumun ötesinde insanlığın vicdanına kazınmış bir yara olarak işaretleniyor artık haritalarda.
İsrail’in uzun yıllara yayılan, sistematik ve uzun soluklu kuşatması altında yaşamaya mahkûm edilen milyonlarca insan, yalnızca bombaların hedefi değil; aynı zamanda açlıkla, susuzlukla, ilaçsızlıkla, elektriksizlikle ve en temel yaşam haklarından yoksun bırakılarak sistematik bir tükeniş sürecine sürükleniyor.
Bu kuşatma, sadece bir yok etme çabası değil; bir toplumun iradesini, direncini, kimliğini ve geleceğini topyekûn silmeyi amaçlayan kapsamlı bir yıkım stratejisini temsil ediyor. Her gün, yaşam mücadelesi veren mazlumlar; bir dilim ekmek, bir damla su, bir kutu ilaç için hayatta kalmaya çalışırken, aslında insan olmanın anlamı her geçen gün biraz daha aşındırılıyor.
Dünya kamuoyunun gözleri önünde, her gün bir çocuk daha ya son nefesini veriyor ya da ömrü boyunca taşıyacağı derin bir travmanın içine itiliyor.
Kimi zaman ekmek kuyruğunda, kimi zaman yıkılmış bir binanın enkazı altında ya da temiz su ararken... Gazze’de çocuk olmak, hayatta kalma savaşı vermek anlamına geliyor artık. Oyun oynaması gereken yaşta, ölümlerle, yıkımla, açlıkla tanışıyorlar. Bu yaşananlar, planlı, süreklilik arz eden ve bütün bir coğrafyayı hedef alan uygulamalar bütünüyle, uluslararası hukuk açısından açıkça bir soykırımdır. Vicdani düzlemde ise bu durum, yalnızca Filistin halkının değil, tüm insanlığın tükenişidir. Zira bu trajediye sessiz kalan her güç, her kurum, her birey; insanlık vicdanının çöküşüne ortak olmaktadır.
SESSİZLİK EN UCUZ İHANETTİR
Bu sistematik zulüm karşısında sivil toplumun en güçlü ve en barışçıl silahı boykot. Bir reddiyeyi, ahlaki duruşu, sessiz kalmadan şiddete direnmeyi temsil ediyor boykot. Ancak bazı anlar geliyor ki vicdanlarımız kelimelerimizden çok geride kalıyor. Sözde duyarlılığımız, eylemde kayıtsızlığa dönüşüyor. Gazze için gözyaşı dökerken, ölen çocukların çığlıklarını bastıran markaların ürünlerini cebimizden çıkarıyoruz.
Bir yandan zulme karşı ses yükseltiyoruz, öte yandan o zulmün sponsorlarının kapısında sıraya giriyoruz. Öfkemiz gerçek, ona sözümüz yok; ama alışkanlıklarımız ondan daha güçlü hale geliyor.
Öyle ki, cafe ve restoranlar bile sözde boykot yaparken, boykot markalarını diğer markaların yanına koymaktan geri durmuyor.
Bu da gösteriyor ki riyakârlık her mecrada kol geziyor.
Filistin’in yanındayız diyoruz ama en basit alışkanlıktan vazgeçemiyoruz. “Bu da mı sayılır?” diyerek vicdanımızı aklamaya çalışıyor, kendimizi kandırıyoruz. Bugün Türkiye’de, İsrail’e doğrudan ya da dolaylı destek veren birçok global şirketin ürünleri hâlâ market raflarında, reklam panolarında, sosyal medyada en çok tüketilen ve paylaşılan içerikler arasında yer alıyor. Ve bizler, bu markalara yöneldiğimizde sadece bir ürün değil, bir sessizliği, bir kayıtsızlığı, bir riyakârlığı satın alıyoruz.
Modern çağın “marka bağımlılığı”, zulme ortaklığın yeni adı. Bir kahve zinciri, bir telefon markası, bir cips paketi... Tüketici kimliğimizin parçası hâline gelmiş tercihler, aslında ideolojik bir konumlanma inşa ediyor. Ne yazık ki çoğumuz, bu tüketim hazzını terk etmeyi, bir tür “lüks fedakârlık” olarak değerlendiriyoruz.”
“Bir kereden bir şey olmaz.”
“Zaten almıştım, bitince başka markaya geçerim.”
“Promosyonluydu, elimde kalmasın.”
gibi cümlelerimiz riyakarlığın dilsel iz düşümünden başkasını simgelemiyor.
Meselenin yalnızca doğrudan ürün değil; aynı zamanda bu ürünlerin satıldığı, tanıtıldığı, meşrulaştırıldığı alanların olduğuna da göz yumuyoruz zaman zaman.
İster kabul edelim ister etmeyelim bir markanın tabelası altına girdiğimizde o markanın temsil ettiği politikaya sessiz bir onay veriyoruz.
“Arkadaş çağırdı.”
“Ortam güzel.”
“Zaten parasını ben vermedim.”
gibi bahaneler de kolektif riyakârlığın bahanesinden başkasına işaret etmiyor.
RİYAKÂRLIK; KALBİN, AKILDAN KOPTUĞU YERDİR!
Son zamanlarda boykotun toplumsal karşılığı zayıflarken, medya sektöründe ise durum çok daha vahim bir tabloya işaret ediyor. Gazze’de çocuklar açlıktan can verirken, hastaneler yerle bir edilirken, bir halk susuz ve ilaçsız yaşama tutunmaya çalışırken; Türkiye’nin ana akım medyasında, eğlence sektörü tüm bu gerçekliğe sırtını dönmüş halde yoluna devam ediyor. Reklamlar, kampanyalar, “alırsan kazançlısın” mesajları… Bunlar yalnızca pazarlama stratejisi değil aynı zamanda farkındalığı bastırmaya, bilinci uyuşturmaya yönelik araçlar olarak dikkat çekiyor.
Unutmayalım ki sosyal medya, algoritmalar, influencer içerikleri – tümü boykotun fark edilmesini değil, unutulmasını hedefliyor.
Ve bu tablo, artık bireysel bir ahlaki zaaf değil; kurumsallaşmış bir ahlaki çöküşü simgeliyor. Bu tarz içerikler ile karşımıza çıkan tüm medya unsurları kamu vicdanının sesi değil; çıkar ilişkilerinin reklam panosuna dönüşmüşe benziyor. Şunu da es geçmeyelim;
Gazze kan kaybederken, ekranlarımız renkli kalıyorsa, sorumluluğun tek sahibi medya değildir. Bu içerikleri tüketen, sorgulamayan, izlemeye devam eden herkes, bu çöküşün bir parçasıdır.
Unutmamalıyız ki kanıksadıkça kaybeder, sessiz kaldıkça suç ortağı olur, riyakârlıktan kurtulmadıkça insanlığımızı da yitiririz.
Boykotu yalnızca paylaşmakla kalıp, uygulamada ihmal ettiğimiz her an, bir çocuk daha hayattan eksiliyor. Alışveriş tercihimiz, kahve markamız, reklamlara sessizliğimiz… Hepsi bu soykırıma dolaylı destek anlamına geliyor.
Gazze’de bir çocuk son nefesini verirken, bizim kahvemizin köpüğü tutuyorsa;
Gazze’de bir anne evladını doyuramazken, biz indirimli market rafında ürün seçiyorsak;
Gazze’de bir baba enkaz altından evladının cansız bedenini çıkarırken, biz tatil rotası planlıyorsak;
Riyakârım. Riyakârsın. Riyakârız…
Bizde riyakârlık, iyi niyetle kamufle edilmiş bir kötülüktür.

