Rumî’yi anlamak için önce tevhidi bilmeli Yeni Şafak Pazar Eki Haberleri
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak haber yayımlıyor.
Lisansını tamamladığı Marmara İlahiyat Fakültesi’nden doktora için gittiği Harvard Üniversitesi’ne uzanan akademik yolculuğunda tasavvuf geleneğini farklı coğrafya ve disiplinlerde ele alan Dr. Arzu Eylül Yalçınkaya, sadece akademik üretimiyle değil, müzik ve kültür çalışmalarıyla da Anadolu tasavvufunun evrensel dilini çağdaş dünyaya taşıyan çalışmalara imza atıyor. Özellikle Amerika’da Mevlânâ’nın öğretilerini Batı’daki indirgemeci yorumlardan arındırarak tanıtmayı amaçlayan Yalçınkaya, Mevlânâ’nın düşüncesi ile pozitif psikoloji arasında derinlikli bağlar kuruyor. Tasavvuf müziği icraları ve kültürel etkinliklerle bu mirası Amerika’da tanıtmaya çalışan Yalçınkaya, şimdi de “Turkish Cultural Studies” adında bir kültür merkezi kurarak, Türk tarihini, musikisini ve tasavvufi mirasını akademi mensupları ve halkla buluşturmayı hedefliyor. Yalçınkaya ile Harvard’daki çalışmalarını, kurmak üzere oldukları Türk kültürü merkezini ve Amerikalıların gözünden Rumî’yi konuştuk.
* Halihazırda Harvard’da doktora sonrası araştırmalarınız sürüyor. Dilerseniz sizi Amerika’ya hangi rüzgar attı, hangi çalışmalar üzerine gittiniz önce bunu konuşalım...
Uzun zamandır Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü Rektör Danışmanı olan Cemâlnur Sargut’un yanında onun Mesnevî sohbetlerine ve TÜRKKAD’daki faaliyetlerine iştirak ediyordum. Amerika’dan gelip giden arkadaşlarımız da hocamızı ziyaret ediyorlardı. Benim Kenan Rifaî ve mesnevisiyle ilgili yüksek lisans tezimin 400 sayfaya ulaştığını görünce doktoramı Harvard’da yapmam hususunda hocaya danıştık. Hocamız da “Bunların uluslararası çapta çalışılması etkisini arttıracak ve Türkiye’ye de geri dönüşü çok güzel olacaktır” diyerek beni teşvik ettiler. Ben de halihazırdaki mesleğim olan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliğine ara vererek Harvard’a geldim. İkinci yüksek lisansıma başladım. O sırada Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü açıldı ve orada vazife aldım. Bu sırada, Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde başladığım doktorayı Harvard’da Prof. Dr. Cemal Kafadar danışmanlığında yazdım ve tamamladım. Cemal Hocam bu çalışmaların doktora sonrası olarak da çalışılması gerektiğini söyleyerek beni Harvard’a davet etti. Projem kabul aldı ve Harvard’da Orta Doğu Araştırmaları Merkezi’nde doktora sonrası araştırmacı olarak iki yıl boyunca geç Osmanlı dönemi sûfî bürokratların ve entelektüellerin Osmanlı ile Cumhuriyet arasındaki entelektüel köprü rollerini çalıştım. Bu konunun hem makale olarak hem kitap olarak pek çok çıktısı oldu. Şimdi bu konudaki kitabım da baskıya hazırlanıyor.
Sûfîler halka manevi destek oldu
* Sunduğunuz çalışmalarla sûfîlerin kadim bilgeliğiyle modern psikoloji arasında bir köprü kurmaya çalışıyorsunuz. Bu alanda çalışmaya nasıl karar verdiniz?
Tanzimat sonrasında, modernleşme sürecinde her kadar ulemamız modernleşme sürecine uyum sağlamış gibi gözükse de gelenekle modern arasında ikircikli bir ortam oluşmuştu. Halbuki sûfîlere bakıldığında onların tasavvuf düşüncesinde her şeyin Hak’tan geldiği, her an yeni bir şan ve tecelli olduğu vardı. Sûfîler, Hak’tan gelen her şeyin ardından hayır doğduğu gibi güzel formülasyonlarla hayatımıza dahil olan yeni unsurlara karşı daha anlayışlıydı. Sûfîler sosyal dokuya çok hakim oldukları için ulemanın yaptığı gibi tepeden inme içtihatlarla değil, halkın neyi ne kadar alabileceğini ve uyum sağlayabileceğini bizzat tekkede gördükleri için kişisel inisiyatiflerde bulunmuşlardır. Geleneksel-den moderne geçiş sürecinde, uyumlanmada insanlara fikri ve manevi destek olmuşlar. Hele ki Cumhuriyet dönemine geçişte... Milli Mücadele döneminde tekkelerin her birinin bir moral merkezi, bir araya gelme ve şuur oluşturma merkezi olduğunu görüyoruz. O güç sayesinde tekke çevrelerindeki pek çok dervişanın kırılganlıklarını, alınganlıklarını kendi kültürlerine karşı uyanan o Batı kültürü karşısındaki mahcubiyeti aştıklarının kendilerinden emin olarak yeni hayata devam ettiklerini görüyoruz. Bu da araştırmaya değer bir şey.
Kıssalar 7’den 77’ye herkesi eğitir
* Mevlânâ’nın öğretilerinin psikolojiyle nasıl birleştiğine de dikkat çekiyorsunuz. Tasavvuf öğretileriyle pozitif psikoloji ilkeleri arasında nasıl bir örtüşme gördünüz?
Doktora öncesinde, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olarak görev yaptığım sırada Mesnevî’den çok istifade ettim. Kıssa anlatmanın yeri bizim kültürümüzde çok eski. Bin beş yüz yıldır, Hz. Peygamber’den bu yana biz kıssa işliyoruz. Hatta İbrahimî geleneklere bakıldığında çok daha önceden itibaren ilahi tebliğin, mesajın kıssalarla anlatıldığını biliyoruz. Dolayısıyla ben derse girdiğim zaman öğrencime didaktik bilginin önünde mutlaka bir kıssa anlatmayı tercih etmişimdir. Onu da çoğunlukla Mevlânâ yorumuyla vermişimdir. Bu yüzden Mesnevî’nin 7’den 77’ye herkesi eğitme kapasitesi olduğunu düşünüyorum. İlk, orta, lise sınıflarımda ve daha sonra enstitüde görev aldığım günden itibaren de lisans ve lisansüstü talebede bunu bizzat müşahede ettim. Daha sonra Amerika’ya ilk geldiğim yıl, 2013’tü Harvard’da bir kitapçıya girdim. Daha ilk katta; dünya edebiyatı, tarih, politika gibi çok büyük bölümlerin arasında bir bölümün tamamen Mevlânâ’ya ayrıldığını gördüm. Burada Mevlânâ “Rumî” olarak tanınıyor. Düşünebiliyor musunuz, dünya edebiyatı kadar geniş bir alan ayrılıyor. Amerikalılar Rumî’ye çok kıymet veriyor. Özellikle “Rumî ve pozitif psikoloji” yahut “Rumî and mindfulness” çok moda bir tabir. Amerikalı okuyucunun maneviyata ilgisi var, Uzak Doğu’dan da yorulmuş. Anadolu yorumunu yavaş yavaş daha çok seviyor ve Rumî’yi çok okuyor. Fakat bu bölümde bulunan kitaplara baktığımda içlerinin o kadar da çok dolu olmadığını gördüm. Mevlânâ’nın indirgemeci bir yaklaşımla çalışılmıştı. Hani, bir şeyi anlamak için onu kendi kültürünüzdeki bir unsura benzetmeye çalışırsınız ve o şekilde öğrenirsiniz ya... Örneğin, “mindfulness” düşüncesinde “aklın şuanda hazır bulunması” var değil mi? Rumî’de ve tasavvuf düşüncesinde de “anda olma, nefes” düşüncesi var. Makalelerde, bu kavramların direkt aynı şey olduğuna yönelik ifadeler görmeye başladım. Bu benim biraz damarıma dokundu. Çünkü son zamanlarda Uzak Doğu’dan devşirilen, Hindistan’dan gelen manevi öğretiler seküler dünyaya adapte edilerek birer ticari materyale dönüştürüldü. Aynı mantıkla bizim tasavvuf klasiklerine, Rumî’ye bakıldığını, onun da boyutlarının derinliğinin, varlık, insan ve bilgi anlayışının reddedildiğini, dışarıda bırakıldığını gördüm. Onu sadece tek boyutuyla, cımbızla çekilmiş örneklerle anlatmaya çalışmışlardı.
Rumî’yi anlamadan sevgi olmaz
* Bu noktada Rumî’yi ve tasavvuf öğretilerini bilinçli bir şekilde anlatmak ve aktarmak gerekiyordu…
Bu çalışmaların esasen Rumî’ye zarar vermekte olduğunu ifade ederek bazı makaleler yazdım. Öncelikle Rumî ısrarla, “Ben yaşadıkça Kur’ân’ın bendesiyim, ben Hz. Muhammed’in (sav) ayağının tozuyum. Biri benden bundan başkasını naklederse ondan da bîzarım o sözden de bîzarım” diyor değil mi? Dolayısıyla öncelikle Rumî’yi anlamak için onun nasıl bir varlık anlayışı teklif ettiğini yani tevhidi anlatmak lazım. O her şeyin Allah tecellisi olduğuna, “Yüzünüzü nereye dönerseniz dönün, Allah’ın vechi oradadır” ayetine dayanarak bir varlık, kozmoz anlayışı öneriyor. Allah’ın dahil olmadığı, müdahil olmadığı hiçbir durum yoktur. Bunu kabul edince alem, kozmoz anlayışı da değişiyor. Dolayısıyla yaşadığımız dünyadaki çevre problemlerinden, insanın yaşadığı psikolojik kırılganlıklara, zorluklara kadar hepsinin ilahi konfigürasyonun, tedbirin bir parçası olduğuna inanıyoruz. Dolayısıyla ben Rumî’nin evreninin anlaşılmadan onun teklif ettiği hoşgörünün, onun teklif ettiği sevginin de bugünün sevgi anlayışına indirgenmiş olacağını iddia ettim. Ve bu yönde makaleler, tebliğler yaptım.

Bizim tanıdığımız başka bir Rumî
* Akademik çalışmaların yanı sıra kültürel etkinliklerle de Mevlevî geleneğini küresel sahneye taşımaya çaba gösteriyorsunuz. Bu etkinliklerin içeriğinde neler öne çıkıyor?
Ben aynı zamanda bir müzik icracısıyım. Ud çalışıyorum, kemençe çalıyorum, bendir vuruyorum. İstanbul Meşk ve Boston Meşk adlı biri tasavvuf, biri Türk müziğine odaklı iki musiki cemiyetindeyim. Bu cemiyetlerle biz New England’da, Boston’da, Harvard’da Osmanlı tasavvuf müziği yahut Mevlevî müziği başlıklı konser serileri ve seminerler veriyoruz. Konser esnasında ben her zaman araya girip okuduğumuz şiirin, belki Rumî’den bir beyitin anlamını seyirciye izah ederim. Bunları dinleyenlerin çok zaman, “İşte bu, aradığımız formül bu” dediklerine şahit oluyoruz. Bize “Bizim okuduğumuz Rumî hep aynı ama bu başka bir Rumî. Sizi nerede dinleyebiliriz?” diye soruyorlar. Akademik bir sunum da olsa Rumî’yle ilgili sunumun sonunda bir musiki icra ettiğinizde musiki ve şiirin gücü etki ediyor. Bu kelime veya lafızla olabilen bir şey değildir. Sadece didaktik okumayla anlatmayla olacak bir şey değildir. Şiirin gücü tercüme bile olsa çok etkili ve bir de musikinin birleştiriciliği. Birdenbire doktrinlerin üstünde bir his dünyasına yükseliyor insanlar. Ben ona “tevhid dünyası” diyorum. Netice itibariyle hepimiz Allah’tan geldik. Bütün farkların üstünde hepimizi biriktiren bir aynı kaynak var. Birdenbire o asırların manevi gücünü taşıyan musiki, o aleme dinleyiciyi yükseltiyor. Yüzlerce bir tebessüm beliriyor.

Anadolu’da Mevlânâ birleştirici rolünde
* Bizde olduğu gibi Amerika’da da Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin hoşgörüsü ve birleştiriciliği ön planda mı?
Amerikalı akademisyen ve dinleyiciler, şimdiye kadar Rumî’nin İran yorumu ile karşılaşmış. Biz onları Anadolu ve Türkiye Rumî’siyle buluşturuyoruz. Bizim için 7’den 77’ye Osmanlı tebaasındaki, Selçuklu tebaasındaki 20’yi aşkın halkı birleştirmeyi hedefleyen bir Rumî’dir. Onların önünde hak sevgisini, birliği uyandırmak ve çatışmaları uzlaşmaya dönüştürmeyi hedefleyen ve buna hizmet eden bir metindir Rumî. Mesnevî’nin özellikle ve Anadolu yorumu buna çok vurgu yapıyor. Ama diğer İran yorumlarında daha farklı vurgular var. Mesela başa çıkamayacağınız kadar büyük bir aşkla karşılaşıyorsunuz İran yorumlarında. Amerika yorumları ise çok seküler. Neredeyse, “Şirketinizi Mevlânâ ile daha başarılı nasıl yönetirsiniz” tadında, indirgemeci bir Mevlânâ ile karşılaşıyorsunuz.
Kültürümüzü tanıtacak yeni bir merkez
* Artık bu sunumlar, etkinlikler ve konserler için yeni bir temsil merkezi kuruyorsunuz. Biraz da “Turkish Cultural Studies”tan bahsedelim mi?
Türk tarihi, kültürü, sanatı, müziği New England’da bazı yerlerde temsil bulsa da hem araştırma merkezi olarak çalışıp hem de o araştırmadan üretilen yeni bilgiyi ve malzemeyi halkla buluşturacak bir merkez yoktu. Bizim kurduğumuz merkez “Turkish Cultural Studies”, Türk kültür çalışmalarını önce projelerle çalışmayı hedefliyor; bazı metinlerin İngilizce ve Türkçeye çevrilmesi, eş zamanlı tercümelerin yapılması, Amerika’daki unutulmaya yüz tutmuş arşivlerdeki Türk notalarının ortaya çıkarılması ve kayda geçirilmesi gibi. Bizden Amerika’ya 19. yüzyılda ilk göç eden ailelerin getirdiği mirasların, bizim kendi tarihimizin eksik parçaları olarak çalışılması çok kıymetli. Hem bizim burada New England’da tarihimizin parlaması demek hem de buradaki insanların Türk kültürünü yeni bir gözle görmesi, Türkiye’deki çalışmalarımıza uzaktan köprüyle bir katkıda bulunma, onları birleştirme anlamına geliyor. Biz bu anlamda projeler yazdık. Merkezimizi kurup, inşallah İngilizce ve Türkçe olarak faaliyetlerimizi sürdürmek, sanat faaliyetleriyle, müzik faaliyetleriyle, konferanslarla, workshoplarla, halkla da bu çalışmaları buluşturmak için bir kadro oluşumu içerisindeyiz.


