Sen rüyama bir kerre gel ki noliy? İsmail Kılıçarslan
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak haber veriyor.
“Sevmek nasıldır?” diye sormuşlar dervişe. “Cevabı kolay gibi görünen zor soruları sormadan önce düşünün ki cevabını bildiğiniz sorunun sorumluluğu da vardır” olmuş cevabı. Anlamamışlar dervişi. Soruyu cevaplandırmak istemediğini düşünmüşler. Bunu da söylemişler dervişe. Gülümsemiş bizimki. “Musab gibidir” demiş.
Görenler onu, “Mekke’nin bir kralı olsa bu sadece Musab olurdu” diye övermiş. Görenler onu “Bundan daha yakışıklı bir insan yoktur bu civarda” diye övermiş. Görenler onu “Musab’dan daha nazik, daha latif, daha güzel giyinen, daha terbiyeli kimse yoktur” diye övermiş. Annesinin de babasının da göz bebeği imiş. Bir eli yağda, bir eli balda bir genç imiş ki bakan bir daha bakarmış.
Musab, Erkâm’ın evine gidip bir kez aşka düşünce, aşka düşüp teslim olunca, teslim olup “sana feda olayım” deyince maldan, elbiseden, akçeden, Kureyş’in baharat bakışlı güzel kızlarından, dünyanın bütün hazlarından geçmiş. Bağlamışlar onu, kaçmış. Hapsetmişler onu, kaçmış. Her seferinde aşkına düştüğünün ayağının dibine yığılıp “sana feda olayım” demiş. Annesi de babası da yüz çevirmiş ondan. Yetmemiş, olmadık eziyetler etmişler. O, her seferinde aşka düştüğünün ayağının dibine yığılıp “sana feda olayım” demiş.
Hicret etmiş Habeşistan’a. Nice sonra çıkıp gelmiş Mekke’ye. O herkesin ipekli fistanlar içinde görmeye alıştığı, elinde gümüş kamçısı, ayakta halis deriden sandaletleri olan o delikanlının üzerinde yamadan yer kalmamış bir elbiseden başka hiçbir şeyi yoktu bu kez. Aşkına yandığı, onun bu haline bakıp “kalbini Allah’ın aydınlattığı şu gence bakın. Anne ve babası onu en iyi yiyecek ve içeceklerle besliyordu. O, Allah için bunların hepsini terk etti. Allah ve Resulünün sevgisi onu işte bu hale getirdi” dedi. O sırada hem ağlıyor, hem de Musab’ın kıvrım kıvrım saçlarını okşuyordu.
Dervişe “sevmek nasıldır?” diye sormuşlar ve eklemişler “Birini görmeden ölesiye sevebilir mi insan?”
“Eğer o biri seni karanlıktan çıkarıp insan ediyorsa… Adı her anıldığında kalbine bir serinlik sökün ediyorsa… Seherde de kuşlukta da, gecede de gündüzde de, mescidde de meyhanede de onu çığırıyorsa dilin evet ve elbette” demiş derviş.
“Sevmek nasıldır” diye sormuşlar dervişe. “Sevmek dizini dövmek değil, kalbini açmaktır” demiş, “Hem öyle bir açmak ki gözlerin görmese, karnın aç olsa, halin perişan olsa ‘kazandı, kazandı, vallahi Süheyb kazandı’ diye kendini divane etmektir.”
“Sevmek nasıldır” diye sormuşlar dervişe. “Sorup durmayın ki cevaplayan da sorandan çok bilmiyor amma sevmek sevdiğinin yerine ölmeye yatmaktır. Katiller gelip de mızraklarını çekende ‘Hû’ deyip teslimiyetle, zerrece korkmadan ölüme rıza göstermektir. Sevmek, bir mağarada sessiz sessiz gözyaşı dökerken ‘Vallahi kendi canımdan korkmuyorum, billahi kendi canımdan korkmuyorum, senin başına bir iş gelirse insanlığın hali nice olur?’ diyerek telaşlanmaktır.”
Neyse. Bir şey anlatacaktım ben size.
Zamanlardan bir zamanda, Basralardan bir Basra’da, delikanlılardan bir delikanlının rüyasına Efendimiz (s.a.v) girmiş. Delikanlı hem mutlanmış, hem telaşlanmış, ne yapacağını bilememiş rüyada. Efendimiz (s.a.v) ona fısıldayıvermiş: “Vallahi sen beni çok seviyorsun.”
Delikanlı uyanmış ki kalbi bahçelerden bir bahçe ki içinde bin türlü çiçek var. Yine de tedirgin olmuş. Demiş ki kendi kendine “Behey şaşkın. Sende ne doğru düzgün ibadet var, ne istikamet üzere taat var, ne sağlam bir takva var, ne kurtarır bir ilim var. Allah Resulü sana niçin ‘Vallahi sen beni çok seviyorsun” desin ki?”
Varıp gitmiş bir alime. Rüyasını anlatmış. Endişesini beyan etmiş.
Alim tane tane anlatmış: “Sevgi, eksiğini tamamlar. Aşksızlık tamamını noksan eder. Sen Efendimiz’i (s.a.v) sever ve sevmeye devam edersen O (s.a.v) senin eksiğin tamamlansın diye sana dua eder. Madem ki sen rüyanda saadete mazhar oldun, hem O (s.a.v)’nu sevmeye hem de eksiğini ikmal etmeye devam et.”
Allah. Eyvallah.


