Sosyal tarihimizde yeniden keşfedilmesi gereken isimler var Yeni Şafak Pazar Eki Haberleri
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuru yapıyor.
Bir tarafta Beşiktaşlı Yahyâ Efendi’nin, bir tarafta Şair Nigâr Hanım’ın, bir tarafta Ahmed Midhat Efendi’nin soyağaçları Nigâr Nigâr Alemdar ismiyle kesişiyor. Bebek semtinin en köklü ailelerinin bir ferdi olarak Nigâr Nigâr Alemdar, Boğaz’ın havasıyla, İstanbul’un kültürüyle harmanlanmış bu üç aileyi bizzat torunları olarak İstanbullu Üç Osmanlı Ailesi kitabıyla anlatıyor. Yadigâr eşyalar, fotoğraf albümleri, resmî belgeler, aileden gelen bilgiler, hayatta olmayan meşhur isimler ile o dönemki günlük hayata bir pencere açıyor. İstanbullu Üç Osmanlı Ailesi kitabı vesilesiyle bizlere kapılarını açan Nigâr Nigâr Alemdar ile ailesinin ünlü simaları hakkında keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Siz bu ailenin içine doğdunuz ama büyüklerinizin yalnızca aile için değil, kültür tarihi için de kıymetli insanlar olduğunu nasıl farkettiniz?
Her şey Ahmed Midhat Efendi’nin ağabeyi Cevdet Efendi’nin tavlasıyla başladı. Annem bana bu tavlayı seneler evvel vermiş, ben de o tarihte bir not kağıdına “Ahmed Midhat Efendi’nin ağabeyi Cevdet Efendi’nin tavlası” diye not almışım. Sonra bu notu plastik bir kılıfa koymuşum sararmasın, kaybolmasın diye ve bir çekmeceye koymuşum. Uzun bir zaman sonra o kağıdı buldum ve “Ben bu tavlanın verilişini hatırlıyorum ama ailenin bu kısmı hakkında detay bilmiyorum” diye düşündüm. Neden anneme sormadım, öğrenmedim diye hayıflandım. Ondan sonra her şey yavaş yavaş gelişti.
Ailenizin sosyal tarihi üzerine yazmaya nasıl karar verdiniz?
Ailemin en öne çıkan ismi Şair Nigâr Hanım hakkında ilk kez kapsamlı yazılar yazan Nazan Bekiroğlu’ydu. Onu doçentlik tezi olarak çalıştı. Bir yerden benim adımı duymuş, temas kurdu. Benim de sürekli iş hayatımdan kaynaklı seyahatlerim var, bir uçuyorum bir konuyorum çok yoğun olduğum zamanlar. Görüşmek istedi, sohbet ettik. Kendisine Nigâr Hanım’dan kalan bir iki şey gösterdim. Çok heyecanlandı. Bu heyecanı açıkçası bana da geçti. Sonrasında kendisiyle temasımız hep devam etti. Şair Nigâr için yazdığı yeni ve geliştirilmiş biyografisi Timaş Yayınları’ndan çıktı. Müthiş bir kitap. Bende de çok arşiv malzemesi vardı. Nazan Hanım, “Sizin elinizde çok şey var, yazın mutlaka yazın” diye beni çok yüreklendirdi. Ben düşünmeye başladığımda beni hep teşvik etti, eksik olmasın. Ben de sonunda pandemiyi fırsat bilerek yazmaya koyuldum.
Edebiyat dersinde duyduğum bir isimdi
Ailenin bir diğer önemli ismi Ahmed Midhat Efendi nasıl bu kitaba dahil oldu peki?
Aile büyüklerinden ismini duymuştum. Bir seferinde hatırlıyorum Ahmed Midhat Efendi’nin ağabeyi Cevdet Efendi’nin direkt torunu olan “Behice (Özkan) Teyze” vardı. Dedem Feridun Nigar ile beraber resimleri vardı. Bir de annem aileye katılacağı zaman dedemin “Ahmed Midhat Efendi’nin soyundan gelen birinin başımın üstünde yeri var” dediğini biliyorum. Küçük bir çevre hepsi birbirini tanıyorlar. Ama Ahmed Midhat Efendi, benim için lisedeki, edebiyat kitabından bir isimdi sadece. Dönemin önemli figürlerinden, yazarlarından, gazeteci filan o kadar biliyordum. Oysa Ahmed Mithat Efendi’nin çok ilkleri var. Bu ilkler ona hayran olmamın sebebi oldu. Ne kadar geç keşfediyorum diye üzüldüğüm ve aslında çok kişinin hiç bilmediği şeyler bunlar. Ahmed Midhat Efendi ömrünün sonuna doğru hep Osmanlı’nın nasıl kurtulabileceğine de kafa yormuş, ekonomi kitapları okumuş, tercüme etmiş… Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu Osmanlılık fikrinden uzaklaşılması gerektiği düşünüldüğü için zannedersem Midhat Efendi biraz kenarda kalmış. Ama aynı dönem yazarlarından, Ruşen Eşref, Halide Edip daha ön plana çıkmış. Bunu kınayarak söylemiyorum, dönemin gereği olarak bunlar yaşanmış. Şimdi anlaşılır bir dille kitapları yeniden yayınlanıyor. Büyük bir hizmet. Bununla beraber Midhat Efendi’nin ilklerinin vurgulanması şarttı. Ben de bu çalışmamda onu yapmaya çalıştım. Mesela Sırmakeş suyunu ilk kez o şişelemiş. Küçük şişelerle saraydan Avrupa’ya hediye gidermiş bu su. Sonra tavukçuluk alanında ilk kuluçka makinesini ülkeye o getirmiş. Gazetesi Tercüman-ı Hakikat devrin en uzun ömürlü gazetesi. 40 sene çıkıyor. Anlayacağınız çok yönlü bir insan. Bunları hep bu kitabı hazırlarken öğrendim.
İstanbul’un Ankara şubesi gibiydik
Çocukluğunuz Ankara’da geçti, sonrasında İstanbul’a nasıl geldiniz?
Aslında Ankaralı bir ortama doğmadım. Çünkü o zaman Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren özellikle de İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında İstanbullu aydınlar hep Ankara’da görev almış. Çünkü Cumhuriyet döneminde iyi okumuş, belirli konuların uzmanı sayılabilecek kişiler çok az sayıda. İstanbul’da da her şey bitmiş, düzen de bitmiş. Herkes Ankara’da çeşitli kademelerde görev almış. Yeni başkentte çok akrabamız vardı. Hatta Midhat Efendi tarafından isim olarak tanıdığım herkes Ankara’daydı ben çocukken. Aynı şekilde babamın ağabeyi, küçük kardeşi, başka akrabalar, dayısı, Nebire Hanım’ın erkek kardeşi, herkes Ankara’da görevliydi. Dolayısıyla gerçek Ankaralıların içine de karışmak gibi bir durum olmadı. İstanbul’un Ankara şubesi gibi bir ortamda büyüdüm. Babam memur olarak çalışıyordu. Fakat dedem “Artık gel, ben buradaki işlere sahip çıkamıyorum” demesiyle ilkokul biter bitmez İstanbul’da taşındık. Şimdi olsa başka türlü çözülürdü belki. Babam 20 senelik memuriyetini yaktı, emeklilik falan almadan İstanbul’a geldik. Ben zaten buraya okul için gelecektim bu da vesile oldu. Böylece anne ve babam açısından doğduğumuz topraklara dönüldü.
İstanbul’da nasıl bir eğitim aldınız?
Baba soyum, abim dahil herkes Robert Kolej mezunu. O zamanlar herkes çocuklarını semt okuluna gönderiyor. Ama özel okullar da pahalı ve erişilemez değil. Burslar var. Ailesi de bu okulda okumak için imtihana giren ilk ben oldum. Aynı okulun kız kısmı Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne başladım böylece.
Ahmed Midhat Efendi
Şair Nigâr Hanım
Ailenin dil konusunda yeteneği var
Ailenizde pek çok kişinin çeviriler yaptığını biliyoruz. Bu durumda bir genetik yatkınlık var diyebilir miyiz?
Sanırım sadece aile de gördüğüm bir meslek olduğu için değil. Galiba ailemde o konuda bir yetenek var. Yoksa kimse bana tercüme yap veya sözlü çeviri yap demedi. Öylece kendi kendine gelişti.
Peki, eğitimcilik?
Eğitimciliğe ben talip oldum. İlk eğiticilik tecrübem Amerika’da oldu. Michigan Üniversitesi’nde Türkçe kürsüsü vardı. Bu kürsünün başındaki Profesör Hikmet Sebüktekin, beni asistan olarak aldı. Mastera yeni başlamıştım ve ders verdiğim öğrenciler yaşça benden büyük master ve doktora öğrencileriydi. Dilbilimde işin kuralı şöyledir. Bir dili anadili konuştuğu için doğrusunu bilir. Türk dili bölümünde Türkçe dersleri verdim. Amerika’dan döndükten sonra da kendi okulumda, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde öğretmenlik yapmaya başladım. Daha sonra kız koleji Robert Kolej ile birleşti. Kızlar ve erkekler aynı okulda eğitim almaya başladı. Birkaç sene de öyle devam ettim. Sonra Boğaziçi’ne geçtim. Boğaziçi Üniversitesi tamamen Robert’in mirası üzerine kurulmuş fevkalade bir ortamdı. Yine Profesör Hikmet Sebüktekin de oradaydı. Bana bir çok imkân tanındı. İstediğim kadar araştırma yapmama, yenilik getirmeme izin vardı. Esas tam zamanlı 8 sene ama yarı zamanlı 20 yılı aşkın orada çalıştım. Dil bilimci olarak konferans çevirmenliği, simultane konferans çevirmenliği dersleri verdim. Yetişen çocuklar, gençler şu anda Türkiye’nin bir numaraları hepsi.
Modern Osmanlı kadını Nigâr Hanım gibi olmalı
Sekiz dil bilen Şair Nigâr Hanım da yurt dışından gelen prenslere, devlet adamlarına resmi davetlerde eşlik etmiş. Merak ediyorum sizin de Şair Nigâr Hanım gibi böyle büyük toplantılarda çevirmenliği üstlendiğiniz, aklınızda kalan bir anı oldu mu?
Ben bu işi profesyonel olarak yaptım. Mesleğim buydu. Nigâr Hanım ise sosyal çevresi fevkalade geniş, çok hoş sohbet bir insan. Ve o devir için adeta “İşte modern Osmanlı kadının böyle olmalı” gibi bir imajı var. Her yere davet ediliyor. Hatta yurt dışına da davetler üzerine gidiyor. Gittiği yerlerde ağırlanıyor, çiçeklerle karşılanıyor. Yani o bir model olarak var. Ben ise çeviri alanında profesyonel olarak çalıştım.
Şimdi aklınıza gelen keşke aile büyüklerime şunu da sorsaydım, bunu da tamamlayabilirdim dediğiniz çok soru var mı?
Kesinlikle isimleri sormak isterdim. Eski ailelerde bir kuşak yukarısı hep akrabalık bağıyla anlatılıyor. “Büyük dayım” diyor babaannem, “küçük dayım” diyor. Başka birisi “yengeler” diyor. O yaşta babaannem böyle anlatırken “Bahsettiğin kişinin ismi neydi?” diye sormak aklıma gelmedi. Çünkü bir kitap yazacağımı bilmiyordum. Şimdi eğer çok araştırırsam Yahya Efendi’nin bütün silsilesinde ondan sonra görev almış bazı insanların bende fotoğrafları olduğu için bir şekilde adlarını bulabilirim belki. Ama o zaman sormaya akıl etmedim. Bir de babam II. Dünya Savaşı sırasında Genelkurmay’da tercümanlık yapmış. Ben harpten sonra doğduğum için o dönemi bilmiyorum. Ama ileriki senelerde, “Baba anlatsana, Hitler burnumuzun dibine kadar Yunanistan’a kadar gelmiş, bir şekilde bize dokunmamış. Neler oldu” diye sorabilirdim. Eminim Genelkurmay’da çevirdiği belgelerde anlatacak çok hikâye vardı. Ama sormak hiç aklıma gelmedi. Şimdi keşke diyorum.
Yine de elinizde pek çok belge var aile tarihine dair…
Ben babaannem tarafında ilk torunum. Feridun Nigâr’ın ve Nebire Nigâr’ın torunu ilk benim. Küçüklükten beri albümler çok ilgimi çekerdi. Babaannem ileri yaşında “Benden, bu evden ne istersin?” diye sorduğunda ben albümleri istediğimi söyledim. Çocukluğum onlara bakmakla geçmişti. Baktılar ki ben ilgileniyorum, ilgilendiğim için de işte başta babaannem ve Kerâmet amca olmak üzere büyüklerim bana ailenin hatıralarını emanet etti. Diğerlerinden böyle bir ilgi olmadı. Şimdi yazmaya başlayınca “Ne kadar iyi ediyorsun, senin sayende bir şeyler öğreneceğiz” diyorlar. Kıymet bilip muhafaza etmek aslında devamını getiriyor.
Yeniden keşfedilmesi gereken isimler var
Peki, bu kitap belki kurgusal olarak da yazılabilirdi. Ama siz belgelerle, fotoğraflarla, tarihlerle kaleme almayı seçtiniz. Bunun özel bir sebebi var mı?
Ben roman kurgulayacak bir kafa yapısına sahip değilim. O birazcık başka türlü yetenekler ister. Ona mukabil mesela konferans tercümanlığı yaptığım zaman çok yoğundu. Her türlü konuda toplantılara girip çıkıyorduk. Ve son senelerde şunu gördüm; tarihçiler artık öyle devlet ağzından yazılmış resmi tarihe değil de sosyal tarihe ilgi göstermeye başladılar. Ve ben öyle programlarda kendimden geçerek tercüme yapardım. O kadar severdim sosyal tarihi. Dolayısıyla benim yazdığım metin bir defa konuşma üslubunda olsun istedim. Kuru kuru, -dır’la biten bir tarih kitabı olmasın. Bu insanlar kimlermiş, nasıl yaşamışlar onu yansıtmak istedim. Samimiyeti yakalamaya çalıştım. Bütün amacım şuydu: O dönemi sosyal tarih olarak yani yaşam tarzı, kimler ne yapmış, bugüne ne bırakmışlar, bunları birazcık anlatabilmek. Çünkü yeniden keşfedilmesi gerekenler var, yani toplumca yeniden keşfedilmesi gereken kişiler var. Mesela Kerâmet Nigâr bu isimlerden biri. Kerâmet amcam, Halife Abdülmecid’in oğlu Ömer Faruk Efendi’nin lalası olmuş. Onun dört sene Avusturya’daki eğitimi sırasında ona sahip çıkıyor. Ve sonradan Osmanlı ailesi sürgün edildiği zaman Halife Abdülmecid Keramet Nigâr’ın yine onlara refakat etmesini istiyor. Beraber gidiyorlar, amcam onları yerleştiriyor ve müsaade isteyip dönüyor. Ama yıllar içinde hanedan mensuplarıyla teması hep devam etti. Ömer Faruk Efendi ile Mısır’da, Avrupa’da buluştu. Fotoğrafları var. Bir de en önemli şey: Halife öldükten sonra Neslişah Sultan onun Türkiye’de defnedilmesini istiyor. Ancak Ankara’dan izin çıkmıyor. Onun üzerine amcam Suudi Arabistan’a gidiyor. Ve bütün o işlemleri ayarlayan gene Kerâmet Nigâr. Suudi Arabistan mezarlıklarında hiç mezar taşı yoktur, yasaktır. Kerâmet amcam bu nedenle cenazenin gömüldüğü yeri bir krokiyle çiziyor. O krokinin Taha Toros koleksiyonunda bir kopyasını ben Sabancı Müzesi’nde gördüm.
Kerâmet amcanız sayesinde sizin hiç hanedan mensublarıyla bir ilişkiniz oldu mu? Veya bir karşılaşmanız?
Bir gün Kerâmet amcamı ziyarete gitmiştim. Böyle ufak tefek bir hanım, hatta iki hanım vardı ama isimlerini bilmiyorum kimlerdi. Ben de çok gencim, yirmilerindeyim. Kerâmet amcam, “Prensesim küçük yeğenimi size takdim etmeme müsaadenizi rica ediyorum” dedi. Böyle takdim edildim, anlatabiliyor muyum? Çok şaşırmıştım.
Aile büyüğü olmaya alışamadım
Şimdi Nigâr Ailesinin en büyüğü sizsiniz. Bu konum size neler hissettiriyor?
Bebek’te ailenin dördüncü kuşağıyım. Kızlarım beşinci kuşak. Benden sonra Şair Nigâr Hanım’ın ismi küçük kızımda yaşıyor. Ama ailenin en büyüğü olma durumuna hiç alışamadım. Ailemizin en büyüğü benim yetiştiğim zaman babaannem ve Kerâmet amcamdı. Kerâmet amcam 102 yaşına kadar pırıl pırıl bir zihinle yaşadı. Eşi ölmeden evvel bayramlarda babaanneme, ondan sonra Keramet amcama mutlaka gidilirdi. Ama eşi öldükten sonra “Ben artık bayramlaşmıyorum” dedi. Tabii babaanneme çok sık gelir giderdi. Babaannem ziyaret edilecek en büyüğümüz oldu. Bir de çoğunlukla Ankara’da yaşayan ve Şair Nigâr’ın başka bir oğlundan torunu olan Selma Hala var. Yaş olarak babama çok yakın diye ben “Selma Hala” derdim. Babaannemden sonra o ailenin en büyüğü oldu. O vefat edince torunlar arasında bir bakıldı en büyük benim. Ondan sonra beni baş köşeye falan oturtmaya başladılar. Büyüklük rolüne alışamadım pek.
Alışamadığınız başka şeyler var mı? Günümüze, belki İstanbul’a dair?
Ben İstanbul’u çok seven bir insanım. İstanbul’da denizi kaybetmemize çok üzülüyorum. Eskiden ulaşımın önemli bir kısmı deniz yoluyla yapılırdı. Sabah işinize giderken evde kahvaltı yapmadıysanız vapurda kahvaltınızı eder, çayınızı içer püfür püfür giderdiniz. İnsanlar denizle iç içe yaşardı. Mesela babam acayip balık tutma meraklısıydı. Ben de onunla lüfere çıkardım. Balık akını olduğu akşamlar lüks lambasıyla çıkardık. Tepelerden bakacak olursanız Bebek Koyu böyle ışıl ışıl olurdu. O kadar çok sandal olurdu. Herkes oltasını atar, şakalaşırlar. Kimi ızgara yapardı. Çok hoş alışkanlıklar vardı. Artık onların hepsi bitti.

Bir yolculukta bir hikâye bitiriyor
Bu çalışma için bolca kitap okumuşsunuz. Hatta kitabın sonunda bir de okuma listesi var…
Kitapta da bahsettiğim üzere Ahmet Mithad Efendi’nin iki yüz civarı eseri var. Hatta Nigâr Hanım kitaplarından isteyince ona bir belki iki kocaman bohça içerisinde getirmiş. Kitaplarının imzalanacak kadar değerli olmadığını düşündüğü için de imzalamamış. Kızı vasıtasıyla Boğaziçi’nden sandalla göndermiş. O kitapların bir çoğunu bu vesileyle aldım, okudum. Bazıları o kadar hoşuma gitti ki. Annem derdi, “Mithad Efendi’nin meşhur kitaplarının arasında hikâyeyi bırakır, başka bir şey anlatır sonra geri döner.” Ama ben o zaman bunları yeni yazıda görmediğim için hiç kendim okumamıştım. Sonra annemin o lafları aklıma geldi. Hakikâten öyleymiş. Heyecanla bir polisiye anlatıyor, araya ansiklopedik bilgiler yerleştiriyor. Kopukluk olmadan ustalıkla yapıyor bunu. Sonra çok kolay yazabilen bir insan. Beykoz’dan vapura biniyor Eminönü’ne, Sirkeci’ye gidinceye kadar bir kısa hikaye yazabiliyor. Hakkında böyle şeyleri duyardım.


