Türkiye darbeler tarihinde: 15 Temmuz Düşünce Günlüğü Haberleri
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak haber veriyor.
Dr. Yunus Şahbaz / Kırıkkale Üniversitesi
Darbeler tarihimizde yerini alan 15 Temmuz darbe girişimini analiz ederken geçmiş dönemdeki menfur tecrübeleri göz önünde tutmak gerekir. Türkiye’nin siyasi tarihi, ne yazık ki, mebzul miktarda bu türden örnekler sunmaktadır. 15 Temmuz’un farklı yönlerini geçmişteki darbelerle ya da darbe girişimleriyle mukayese etmek, 15 Temmuz’un daha iyi anlaşılmasına katkı sunacaktır. Geçmişle kıyaslama aynı zamanda “Bu meşum girişim başarılı olsa idi Türkiye’yi siyasal ve sosyal anlamda nasıl bir gelecek bekliyordu?” sorusunu cevaplandırmayı da kolaylaştıracaktır. Bu yüzden 15 Temmuz’un 27 Mayıs darbesi, 12 Mart muhtırası ve bu muhtıra öncesindeki 9 Mart cuntasıyla mukayese edilmesi bir açılım sağlayabilir.
15 Temmuz’a giden süreçte uzun yıllara sari politikaların etkisi olduğu söylenebilir. Asker-sivil ilişkileri, devletin dini grupların karşısındaki pozisyonu gibi alanlar bu politika setlerini oluşturmaktadır. Bunların yanı sıra, geçmiş dönemin darbeleri ya da darbe girişimleri de 15 Temmuz darbecilerini cesaretlendirmişe benzemektedir. 27 Mayıs ve 12 Mart süreci başta olmak üzere, birçok farklı husus üzerinden yapılacak bir karşılaştırma darbecileri ve darbe sonrası siyasal iklimi anlamlandırmada faydalı olacaktır.
EMİR KOMUTA ZİNCİRİ KOPTU
Bu itibarla, 27 Mayıs ile 15 Temmuz arasındaki en önemli benzerlik her ikisinin de emir-komuta zinciri dışında yapılmış olmasıdır. Elbette bütün askeri darbeler ve müdahaleler kötüdür; gayrimeşrudur. Millet iradesine darbe vuran bir hukuksuzluktur. Fakat bunlar içerisinde emir-komuta zinciri dışında yapılan girişimlerin siyasal ve sosyal sonuçları daha yıkıcı olmaktadır. 27 Mayıs’ı yapan alt rütbeli bir avuç subayın kendileri adına ‘başarılı’ olması daha sonraki yıllarda da benzeri girişimlerin olabileceğini ima etmiştir. Bu yüzden 1961-71 arası dönem TSK içerisinde adeta bir cunta pazarının yaşandığı yıllardır. 1962 ve 1963’te Talat Aydemir’in bizatihi kalkıştığı darbe girişimleri buzdağının sadece görünen yüzüdür. Zira 27 Mayıs’ta bir avuç subay bir araya gelip darbe yapabiliyorsa, devletin kendilerince doğru yönetilmediğini düşünen başka bir avuç subay da darbe yapabilir demektir.
1961’den 12 Mart muhtırasının yapıldığı 1971’e kadar TSK içindeki cuntalaşma ve kaynaşmalar engellenememiştir. 9 Mart cuntacıları bu cunta grupları içerisindeki en etkin ve güçlü gruptur. Bu grubun 9 Mart gecesi yaşadığı çekinceler ve bu gruba destek sözü veren Hava ve Kara Kuvvetleri komutanlarının tereddüdüyle 9 Mart cuntası engellenmiş ve 12 Mart’ta da ordu emir komuta zinciri içerisinde muhtıra vermiştir. Hiç kuşkusuz 9 Mart ve diğer cunta grupları meşru görülemeyeceği gibi 12 Mart müdahalesi de meşru görülemez. İddia edildiği üzere, 12 Mart muhtırası 9 Martçı sol cuntayı engellemek için yapılmış bile olsa, askeri bir hukuksuzluğun çözümü bir başka askeri hukuksuzluk olamaz. Dolayısıyla 27 Mayıs’ın askeri hiyerarşiyi devre dışı bırakan yapısının sancısı ancak bir başka askeri müdahale ile düzeltilmeye çalışılmış ve fakat bu da 12 Eylül garabetine gidecek yolun önünü açmıştır.
Emir komuta zinciri dışında yapılan darbenin bir diğer sonucu da sivil unsurların askerle birlikte darbe yapma heveslerini artırmasıdır. Sandıktan istediği sonucun çıkmadığını gören sivil yapılar, o dönemin popüler deyişiyle, “zinde kuvvetler” asker içinden bir grubu devşirip kendi siyasi tahayyüllerine göre bir darbe yaptırma arayışı içinde olmuşlardır. Bunun sonucu da, sadece asker içerisinde değil, sivil yapılar, özellikle de öğrenciler arasındaki darbeci ve devrimci insiyakları tetiklemek olmuştur. 1960’ların sonunda ortaya çıkmaya başlayan, devrim adına silahlı mücadele örgütlemeye çalışan sol öğrenci grupları, ordu içindeki sol Kemalist kadrolar tarafından teşvik edilmiştir.
SİVİLLER YÖNETTİ
Bu yönüyle 15 Temmuz kalkışması, 9 Mart cuntasına benzetilebilir. 27 Mayıs’la umduğunu bulamayan asker ve sivil zümreler 12 Mart’a giden süreçte orduyla iş birliği yapmışlardır. Öyle ki 9 Mart cuntacıları büyük oranda sivil aydınların yönlendirmesi ve teşvikiyle hareket etmiştir. Dönemin en etkin aydınlarından Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni adlı kitabı ordu içerisinde en fazla okunan kitaptır. 9 Mart’ın önde gelen subaylarından Celil Gürkan’ın aktardığına göre, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, bu kitabı işaret ederek “Türkiye’nin Düzeni kitabını okumayan bir subayı çok eksik görürüm” diyebilmiştir. Dolayısıyla 9 Martçıların zihni arka planlarında dönemin sol Kemalist entelijansiyanın bariz etkisi vardır.
15 Temmuz da esasen asker-sivil ortaklığında yapılan bir girişimdir. Kalkışmayı başından itibaren sivil “imamların” planlayıp organize ettiği bugün apaçık ortadadır. 9 Martçıların sol Kemalist anlatıdan aldığı ilhamı 15 Temmuz darbecileri FETÖ’nün sapkın anlatılarından almıştır. Biri seküler bir teoriye dayanırken diğeri sözüm ona “dinî” bir anlatıyla hareket etmiştir.
Kuşkusuz her darbede, darbe sonrasına dair de birtakım planlar hazırlanır, muhtemel isimler, kadrolar düşünülür. Fakat 15 Temmuz’un ayırt edici vasfı darbeye kalkışan askerlerin ısrarla halkın önüne çıkamaması, kimliklerini gizlemesi ve en önemlisi bu girişimin bizatihi “siviller” tarafından planlanması ve koordine edilmesidir. Darbe karargâhı olarak kullanılan birimlerden siviller çıkmıştır. Darbe büyük oranda sivil görünümlü kişilerce koordine edilmiş ve ordudaki destekçileri eliyle yapılmaya çalışılmıştır. Bu yüzden de, ordunun kahraman subaylarının çok büyük bir kısmı daha ilk saatlerden itibaren darbeye katılmamış ve sivil iradenin, milletin tarafında olmuştur. Darbenin sivil ayağının olmasının ötesinde, bizatihi sivillerce sevk ve idare edilmesi muhtemel bir “başarı” sonrasında darbeyi daha kanlı ve dramatik hale getirecek unsurların da başında gelmektedir.
BAŞARILI OLSAYDI EN KÖTÜSÜ OLURDU
Darbe girişimlerinin sivil ayağının bu denli baskın olmasının sonucu ise, orta ve uzun vadede toplumsal infiale sebep olabilmesidir. Zira 27 Mayıs sonrasında ordu içerisinde yaşanan politik mücadele 12 Mart’la çözülmeye çalışılmış ancak bu mücadelenin sivil tarafına çözüm bulunamamıştır. 12 Mart öncesi darbe heveslilerinin artçıları 12 Mart sonrasında devrimci bir anlatının peşine düşmüş ve en nihayetinde Türkiye 12 Eylül’e sürüklenmiştir. Şayet 15 Temmuz kısa bir süreliğine de başarılı olsa idi, muhtemelen toplumsal anlamda 12 Mart sonrasından daha kötü bir manzara ile karşılaşabilirdik. Zira FETÖ, belli bir “aydın” grubunda değil, toplumun daha kalabalık bir kesiminde etkili bir yapıydı. 9 Mart’ın başarılı olamamış haliyle bile toplumda yarattığı kırılma 15 Temmuz sonrası olası senaryolara dair kuvvetli emareler göstermektedir.
Diğer yandan 15 Temmuz’un bastırılmasındaki en önemli faktörlerden biri de, aslında 27 Mayıs ve 12 Mart sürecinde neyin eksik olduğunu göstermesi açısından manidardır. 27 Mayıs’ta ve 12 Mart’taki en önemli eksiklik siyasetin sivilleşememesidir. Her ikisinde de ama özellikle 12 Mart’ta MİT, TSK ve eski bir asker olan Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay arasında örtülü bir mutabakat sağlanmıştır. 9 Martçılar MİT tarafından takip edilirken ve Başbakan Süleyman Demirel’in de bundan haberi olduğu anlaşılırken, 12 Mart muhtırasını MİT Başbakan’a bildirmemiştir. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, daha sonraki bir zamanda, MİT Müsteşarı Fuat Doğu’ya muhtırayı neden haber vermediğini sorduğunda, “Cumhurbaşkanı böyle istemişti” yanıtını almıştır.
SİYASİ İRADE MEYDAN OKUDU
15 Temmuz, siyasi erkin darbeye reaksiyonu anlamında da önemli bir dönüm noktasıdır. 15 Temmuz’da darbeye direnen güçlü bir sivil irade ve bu iradenin etrafında kenetlenmiş bir direniş söz konusudur. 12 Mart’ta şapkasını alıp giden bir Başbakan varken 15 Temmuz’da milletiyle darbecilere meydan okuyan bir Cumhurbaşkanı vardır. Sayın Erdoğan’ın bu kararlı duruşu hem TSK içindeki tereddütlü birimlerin kararlarını etkilemiş hem de halkın kitleler halinde sokaklara çıkmasında teşvik edici olmuştur. Bu tür kritik durumlarda sessiz kalmak ya da kendi dar çevresiyle bir hareket planı belirlemeye çalışmak sivil iradenin yaptığı yanlışlardan biridir. 12 Mart’ta Demirel’in yaptığı bu yanlışı, 15 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Erdoğan yapmamıştır. Bilakis darbecilere meydan okumuş; riskli bir yolculuktan sonra görevinin başında olduğunu deklare etmiştir.
Yine sivil iradenin kararlı duruşu güvenlik bürokrasisini de tavır almaya itmiştir. Özellikle MİT’in, Emniyet’in ve TSK üst kademesindeki I. Ordu ve Özel Kuvvetler gibi kritik birimlerin sivil iradeden yana taraf olması darbenin bastırılmasındaki kilit unsurlardan biridir. Bu itibarla Türkiye’nin özellikle son 20 yıldaki askerî vesayetle mücadele hikayesini küçümsemek doğru değildir. Cumhuriyet tarihi boyunca ordunun sivil irade üzerindeki tahakkümünü yok saymak tarihî tecrübe ve gerçeklerle bağdaşmayan bir anlatıya yaslanmaktadır. Askerî vesayetin geriletilmesi anlamındaki son değişiklikler de 15 Temmuz sonrasında hitama ermiştir. Kendi kışlasına dönen, esas ve aslî vazifesi ülkenin korunması olan hayati bir birimin sivil iradeyle çatışmak yerine uyum içinde çalışması son yıllarda Türkiye’nin bölgesindeki gücünün somut bir tezahürü olmuştur.
Dolayısıyla son 20 yıllık kazanımlarla da perçinlenen hakikat şudur; 15 Temmuz direnişi Türkiye’nin demokrasi kültürü ve birikiminin ne kadar köklü ve sağlam olduğunun bir nişanesidir. Türkiye artık bir üçüncü dünya ülkesi değildir. 1950 yılında başarıyla geçtiği çok partili hayatı içselleştirmiş, demokratik usul ve kurumlara sonuna kadar bağlı olduğunu tüm dünyaya ilan etmiştir.
DEVLETİN GÜCÜNÜ YOZLAŞTIRMAK İSTEDİLER
Son olarak, 15 Temmuz devlet içerisinde farklı yapıların, farklı kliklerin, devlet organları dışında gelişen hiyerarşi anlayışının bizatihi devlet ve millet için ne kadar tehlikeli olabileceğini apaçık bir şekilde göstermiştir. Maaşını devletten, gücünü işgal ettiği makamdan alan kimselerin bu maaş ve gücünü devlet hizmetinde değil başka mihraklar için kullanması asla kabul edilemez. Bu devlet gücünü yozlaştırmak, devleti milletle karşı karşıya getirmektir. 27 Mayıs’tan 12 Mart’a farklı mihraklar ve ihtiraslar uğruna devlet gücünün seferber edilmeye çalışılması siyasî ve toplumsal anlamda onulmaz yaralar açmıştır. Bu durumun ne kadar hastalıklı ve saplantılı bir duruma evrileceğinin somut örneği ise 15 Temmuz’da sokaktaki masum insanları, TBMM’yi ve emniyet birimlerini bombalamaktan çekinmeyen FETÖ’cülerdir.
O halde şurası çok açık; maaş ve güç kimden alınıyorsa, hizmet ona yapılmalı, emir oradan alınmalıdır. Gücünü devletten alıp emirleri başkalarından alanların yapamayacağı şey yoktur. Ve hangi idealler uğruna yapılıyor olursa olsun devlet gücünün devlet ve millete hizmet dışında, birtakım odakların menfaati doğrultusunda kullanılması gayri meşrudur. Bu kurala uymanlar 15 Temmuz’da tarihin karanlık sayfalarına gömülmüştür. Unutulmamalıdır ki, Max Weber’in ifade ettiği gibi, devlet meşru şiddet kullanma tekeline sahip tek aygıttır. Birileri devletten aldığı şiddet kullanma tekelini devlete ve millete karşı kullanmaya kalkışırsa buna hiçbir devlet ve millet müsaade etmez. 15 Temmuz Türkiye darbeler tarihinde devletin ve milletin bunu kabul etmeyişinin ilk ve esaslı örneğidir.


