Yaşıyoruz ama varolabiliyor muyuz? Gökhan Özcan
Yenisafak sayfasından elde edilen bilgilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuru yapıyor.
Bazı şehirlerde, bazı tarihi camilerin asırlık taş duvarlarına matkapla hoyratça delikler açılarak monte edilmiş elektronik cihazlar var. Bu cihazlardan siyah üstüne kırmızı ışıklarla sağdan sola doğru namaz vakitleri akıp geçiyor. Muhtemel ki bazı hayırseverler bu cihazların maliyetini hayırdır diyerek karşılıyor. Birçok yerde bu manzaraya rastladım. Beş vakit ezan okunan yerlerde, hele de herkesin elinde her şeyi bilen telefonlar varken böyle yakışıksız bir operasyona ne ihtiyaç var, ben bir cevap bulamadım. Ecdad yadigarı bu mimari harikası camilerin tenine bu yaraları neden açıyoruz? Ve daha acısı; nasıl oluyor da hiç kimse, her biri kadim medeni mirasımızın göz bebekleri olan bu eserlere, orada olmaları hiç de gerekli olmayan bu türedi, çirkin ve kitch ışıklı tabelaların yakışmayacağını, uymayacağını düşünemiyor ve itiraz etmiyor.
Orta Anadolu’nun bir şehrinde yine bir Selçuklu camiinde, sırf plastik boncuk tesbihler yerde durmasın diye, asırlık yekpare ahşap sütuna koca bir çivi çakıldığına ve o hoyrat çivinin güzelim ahşap sütunu boydan boya çatlattığına şahit oldum. Bir başka şehirde yine asırlık bir caminin duvarında dikdörtgen şeklinde bir oyuk açılmış ve içine kalorifer radyatörü sokuşturulmuştu.
Kutsalın, mana taşıyanın, medeniyetlere hayat verenin ne olduğu konusunda gerçekten vahim derecede bir kafa karışıklığımız var. Hem de geçmişte asırlar boyunca bunun tam tersini bütün insanlığa yaşayarak kamilen gösterdiğimiz, ders diye yedi düvele okuttuğumuz halde!
“En büyük öfke, en büyük yoksunluk, kültürler arasında, bağdaşmaz semboller arasında tereddüt geçirmektir; bir kültüre sahip olmama duygusudur. İnsan nerede olduğunu bilmezse nasıl varolabilir” diyor ‘Kirpinin Zarafeti’ kitabında Muriel Barbery.
Bizler bugünün dünyasında Barbery’nin teşhis ettiği gibi kendimiz olarak varolamıyoruz. Kimliğimize değer katan hemen her şeyi birer ezbere, birer klişeye, kupkuru kelimelere dönüştürmüş; kendimizi, dilimize tekerleme ettiğimiz değerlerden istifade edemez hale getirmişiz.
“Hikmeti, erdemi, bilgeliği, maneviyatı iki kavga arasındaki molalara sıkıştırdığımız kupkuru kelimelerle yaşatabileceğimizi zannediyoruz!” diye söze girdi profesör ve “Söyleyin” diyerek devam etti, “her gün birkaç kere kulağına eğilip ‘su’ diyerek bir çiçeği yaşatabilir miyiz?”
Aliya İzzetbegoviç, ‘Doğu Batı Arasında İslam’ kitabında bugün yaşadığımız ortamların bizi nasıl eksilttiğine dair çarpıcı teşhisler ortaya koyuyor: “İnsanda yabancılaşma etkisi yaratan şehircilik unsurları yükseldikçe dindarlık seviyesi düşmektedir. Çünkü şehrin büyüklüğü arttıkça üstündeki gök daha az görünür olur, doğa ve çiçekler de azalır; duman, benzin ve teknik araçlar artar, şahsiyet azalır, gittikçe kitleye doğru indirgeniriz.”
İnsan yaşadığı şehrin sesini dinlemeli diyorduk eskiden, şimdi kulaklarımızı tıkamazsak eğer, şehrin kudurgan sesi kulaklarımızı sağır ediyor!
Kalabalıkların yaptığı şeyleri yaparak yaşıyoruz bugün; söylediklerini söyleyerek, beğendiklerini beğenerek, çekindiklerinden çekinerek, bağırdıklarını bağırarak, yaptıklarını yaparak, uyduklarına uyarak… Herkesin birbirinin taklidi olduğu asılsız, içsiz, derinliksiz sığ bir dünya bizim dünyamız artık! İşin garibi “Bu içi boşaltılmış hayat bana yetmiyor!” diye pek isyan eden de yok!
Hayatın dili hepimiz için bilmediğimiz bir yabancı dil artık! Çoğumuz bize söylediğini zaten duymuyoruz, duyanlarımız da söylediğinden hiçbir şey anlamıyor!
“Geniş pencerelerle, cam yüzeylerle kaplıyoruz yeni binaları” dedi beyaz saçlı adam, “sanki yerimizden kalkıp dışarıya bakacakmışız gibi!”


