Yine temiz enerji yeniden iklim değişikliği hep sürdürülebilirlik Düşünce Günlüğü Haberleri
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com haber yayımlıyor.
Ahmet Taha Yayman / Stratejist-Mühendis
Biz dünyayı dedelerimizden miras değil,
Torunlarımızdan ödünç aldık.
Kızılderili Atasözü
Esed rejiminin 8 Aralık 2024’te devrilmesiyle yaşanan jeopolitik gelişmeler, Orta Doğu’daki dengeleri derinden sarstı. 75 yıldır ABD desteğiyle bölgede kurduğu statükodan yararlanan İsrail, artık bu yapının sürdürülebilir olmadığını görmeye başladı. İsrail’in en büyük tehdit olarak gördüğü gelişme ise, Suriye’de merkezî ve halk desteğini büyük oranda sağlamış bir devlet yapısının yeniden inşa sürecine girmesi oldu. Tel Aviv yönetimi, “mikro bir Orta Doğu” olarak tanımlanabilecek Suriye’de, farklı etnik ve dini grupları kullanarak bu yeniden toparlanmayı engelleme stratejisi izliyor.
Bu coğrafyanın en kritik sorunlarından biri olan iklim değişikliği, artık kapımızı çalan bir misafir değil, evimizin içine girmiş bir davetsiz konaktır. Ve karşısında bulduğu, ne yazık ki, hazırlıksız kitleler, suyun kıymetini ancak musluklar akmadığında anlayacak olan bir bilinç ve gündelik hayatın koşuşturması içinde geleceği ıskalayan bir tüketim toplumu. Durumun ciddiyetini anlamak için karmaşık grafiklere veya bilimsel raporlara dalmaya gerek yok; kullandığımız ve karbon ayak izi bırakan her eşya, prize taktığımız her cihaz, bizi bu değişen iklimin hem sanığı hem de tanığı yapıyor.
TEK OLAĞAN ŞÜPHELİ
Bu sorumluluk, soyut bir kavram değil. Değişen iklim koşulları, binlerce yıldır bu toprakları besleyen yağış rejimini alt üst ediyor. Bu durum, en temel hakkımız olan gıdaya ulaşmamızı, yani soframıza gelen yemeğin üretim sürecinde ihtiyaç duyduğu suyu temin etmemizi her geçen gün daha da zorlaştırıyor. Pazardan aldığımız bir elmanın ardında yatan hikâye, aslında bu mücadelenin bir özetidir: O elma, ağacın dalındaki onlarca çiçekten sadece ani bir zirai don olayından kurtulup hayata tutunabilen şanslı bir azınlığın ürünüdür. Kısacası, bugünkü yaşam tarzımızdan, bu "kullan-at" kültüründen vazgeçmediğimiz sürece, onu sürdürmemizin imkânsız olduğunu her geçen mevsim daha acı bir şekilde tecrübe edeceğiz. Her yaz daha verimsiz topraklarla, daha kavurucu kuraklıklarla ve bir türlü bitmeyen, ciğerlerimizi yakan orman yangınlarıyla mücadele etmek zorunda kalacağız. Bütün bunların arkasındaki tek olağan şüpheli ise ne yazık ki aynadaki yansımamız, yani kendi yaşam tarzımızdır.
GEÇMİŞTE ATILMAYAN ADIMLARIN BEDELİ
Bir anlığına düşünelim: Zaman makinesine binip 2010 yılına geri dönebildiğimizi ve iklim değişikliği konusunda somut adımlar atmakla görevlendirildiğimizi hayal edelim. O günün koşullarıyla, o günün üretim kapasitesi, yaşam standardı ve gündelik rutinleriyle bu değişimi başarmak mümkün müydü? Elbette hayır. Bu, daha az tüketmeyi, farklı üretmeyi ve öncelikleri yeniden belirlemeyi gerektirirdi. Tüketimin yol açtığı bu büyük hasarı görmezden gelmenin bir bedeli vardı ve o bedeli o yıllarda ödemeyi hep birlikte reddettiğimiz için, gelecekte çocuklarımız ve torunlarımız çok daha ağır bir faturayla yüzleşecek. Belki de 2050’li yıllarda, bugünkü su kullanım alışkanlıklarımız, enerji tüketimimiz ve seyahat imkânlarımız, inanılmaz bir israf ve lüks olarak anlatılacak ve bizler, her şeye sahipken hiçbir şey yapmayan “sorumsuz nesiller” olarak anılacağız.
Eğer 15 yıl önce bu konuyu sadece tartışmak yerine, uluslar ve toplum olarak gerçek bir seferberlikle harekete geçebilseydik, bugün Türkiye’de kuraklığın vurduğu ovaları, susuzluktan çatlayan toprakları ve zirai donla yok olan emekleri değil, olası felaketleri nasıl bertaraf ettiğimizi, nasıl başardığımızı konuşuyor olabilirdik. 2010’a dönmek için zamanda 15 yıl geriye gitmemiz gerekir ki bu imkânsız. Ama asıl ürkütücü olan şu ki, şu an 2040 yılına sadece 15 yıl var. Omuzlanması gereken devasa sorumluluk ise yıllar geçmesine ve tehlike daha da büyümesine rağmen insanlık tarafından ciddiye alınmayı bekliyor.
ACİZ KALDIK
Peki bugün neredeyiz? İşte bu noktada, tüm bu sorunlara bir çözüm üretme iddiasıyla yeni bir Çevre ve İklim Yasası gibi düzenlemeler karşımıza çıkıyor. Ancak bu düzenlemeler, içinde bulunduğumuz krize gerçekten bir çare olabilir mi? Zira bir yanda elektrikli araçlar geliştiren, “yeşil dönüşüm” projeleri üreten iyi niyetli mühendisler ve bilim insanları varken; diğer yanda bu çarelerin gerektirdiği köklü değişimlerden kaçınan politikacılar, sorunları bir sonraki bütçe dönemine erteleyen yöneticiler ve bu büyük tehlikeyi umursamayan sorumluluk almayan topluluklar var. Unutmamalıyız ki çevre kirliliği yaratan ve sera gazı salımına neden olan süreçleri durdurmak için gereken şey sadece yeni mühendislik harikaları değil, her şeyden önce yeni sosyal çözümlerdir.
GELECEĞİMİZE NASIL SAHİP ÇIKACAĞIZ?
Etkilerini her gün daha şiddetle hissettiğimiz ve daha büyüklerinin kapıda olduğu bu sorun karşısında politika yapıcılar, çağımızın en büyük sınavlarından biri olan küresel ısınma karşısında ne yazık ki gerekli adımları atmakta aciz kalıyor. Peki, geleceğimize nasıl sahip çıkacağız? Bundan sadece 10 yıl sonra ülkemizin çeşitli illerinde tarımsal sulama kesintilerinin normalleştiği, büyük şehirlerde evlerimize üç günde bir su verildiği o korkunç gelecekten kaçınmak için ne yapmalıyız? Cevap, teknolojide veya siyasilerin vaatlerinde değil, sivil toplumda. Önceliğimiz, bu sinsi sessizliği yırtacak kadar güçlü bir kamuoyu oluşturmak ve bu eylemsizliğin yol açacağı sonuçların altını her gün, her platformda net bir şekilde çizmek olmalıdır. Çünkü çözümsüz geçen her gün, gelecekte daha az suyla yaşamak zorunda kalacak anneler, babalar ve en önemlisi de çocuklar demektir. Bu durum, sulanamayan tarlalarda yeşermeyen tohumlar, dallarda açamayan çiçekler ve en nihayetinde gıda kıtlığı, açlık ve susuzlukla mücadele edecek, bize “Neden?” diye soracak çocuklar ve torunlar anlamına gelmektedir.


