2 Hayat bizi bıraktı Fatma Barbarosoğlu
Yenisafak sayfasından alınan bilgilere göre, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
Nasıl gideceksin, diye soranlara kızmıştım. Ne demek nasıl gideceksin! Bal kabağı ile değil herhâlde. İstanbul’dan Van’a uçuş. Van’dan Hakkâri’ye karayolu.
Soranların bir bildiği varmış oysa. Tayinimin çıktığı gün Ağrılı Dr. İhsan, hısmımız olur, diyerek Hakkâri’de beyaz eşya ticareti ile uğraşan Mehmet Amca’nın telefon numarasını vermiş, ben kendisi ile konuştum, seni karşılayacak, yerleşmen için gerekenleri yapacak, demişti.
Dr. İhsan öyle dediyse öyle olacaktır. Alternatif üretmeye gerek yoktur. Ya da onun çözümlerini yöntemlerini reddetmeye.
Mehmet Amca’nın şehre gelenlerin hamisi durumunda olduğunu ikinci konuşmada anlamıştım. “Ne yaparım/ yapacağım?” diye hiç sordurtmamıştı bana. Van’da uçaktan inecektim. Havaalanında beni eşiyle birlikte karşılayacaklardı. Doktorlar apartmanındaki dairen de hazır olur sen gelinceye kadar, demişti. / Niye doktorlar apartmanı?/ Çünkü burada rahat edebileceğin en iyi yer orasıdır. Tayini çıkan bir doktor var. Ailesini gönderdi. Sen gelinceye kadar kendisi de gider. Eşyalarını bırakacak. Buzdolabı, çamaşır makinesi filan. Zaten ona da bir önceki doktordan kalmıştır bunlar.
Uçaktan indiğimde bagajım olmadığı için doğrudan çıkışa yürüdüm. İsmimin yazılı olduğu kâğıdı tutan bir el aradım. Ya da bana “Doktor Hanım!” diye seslenecek birilerini. Beş altı kişi ellerindeki kâğıtları yukarı kaldırarak yolcuların görmesini sağlamaya çalışıyordu. Hepsini tek tek okudum. Hepsi erkek ismiydi. “Reyhan Soylu” isminin yazılı olduğu bir kâğıt olsaydı ağır çekim film yürüyüşünde, kanatlanarak giderdim. Yoktu. Böyle bir isim yoktu.
Belki bir aksilik çıkmıştı. Belki geç kalmışlardı. Cep telefonu. Beyhude bir ümit. Aradığınız numaraya ulaşılamıyor.
Harika!
Aynı uçakta geldiğim insanlarla bekleme salonu dostluğumuz olmamıştı. Önce yeşilli Teyzecik, arkasından Hacı Nine ile muhabbet derken. Son anons ile uçağa ucu ucuna yetişmiştim.
Beklentilerimiz mi bizi yıkar, yıkımlarımız mı beklentilerimizi sonuçsuz bırakır? Önce öfke ile Dr. İhsan’ı aramak istedim. Hısmınız bizi hısım kabul etmedi Doktor Bey, diye sitem etmeyi düşündüm. Telefonu meşguldü. Üç defa daha denedim. Hâlâ meşgul. Dr. İhsan’a kızacağına kendine kız Dr. Reyhan Soylu, dedim. B planının olmamasına.
Bir vakit sonra… (Çaresizliğin bir dakikası bir yıla bedel olduğuna göre.) Bu bir yolculuk, tam da senin istediğin gibi menzili bilinmeyen bir yolculuk, diyen kalbimin sesine teslim oldum. Yolcunun B planı olmaz. Sora sora Bağdat bulunduğuna göre vur kendini yollara. Soran dağ aşmış, sormayan düz yolda şaşmış. İlkokuldan beri kompozisyon dersleriyle belleğimize kazınmış bütün atasözleri, sormanın erdemini öğreten atasözleri beni ele geçirdiğine göre sormaktan korkan bir yanım vardı demek ki. Sormaktan korkan yanımı, atasözleri eşliğinde ikna etmeye çalışıyordu öteki yanım.
İstanbullu Reyhan olarak yol sormaya alışıktım. Nasıl karşılanacağını düşünmeden GSM firması adına yolcu bekleyen adamı kestirdim gözüme. Hakkâri’ye nasıl gidebilirim, dedim. Taksi ile gara gidin. Orada Van Tur ya da Vangölü vardır. Bunlar Hakkâri’ye yolcu götürür.
Taksiler güvenilir mi, diye soracaktım ki vazgeçtim. Taksi ile gara gidin, diye yol tarif eden adama, taksiler güvenilir mi, diye sormak ayıp olacaktı.
Kıvrılan yollar…
Bildiğim hiçbir otobüs yolculuğuna benzemeyen bir otobüs yolculuğu. Uçakta uçtuğumuzu anlamamıştık. Uçmanın ne olduğunu esas otobüs yolculuğunda tattım. Uçma, durma, kimlik kontrolü. Kıvrım kıvrım yollar.
Otobüs hem aidiyetin hem yabancılığın yüzünü muhafaza eden bir portre gibiydi. Seçim yapabilirdiniz. Aidiyeti seçenler çok şey bulurdu. Yabancılığı seçenler için fonda bir müzik. Hiç duyulmamış ama sanki hep bilinmiş bir ağıt, kurşun gibi insanın içine işliyordu.
Sordum: Kimdir? Dediler, Mehmet Arif Cizrawi. “Vayla vayla” diye başlayan ses, ciğeri kopup getiriyordu. Çivi çiviyi, keder kederi mi söküyordu?
Van’dan Hakkâri’ye doğru dağların arasından geçerken annemin, dağlar kızı Reyhan, diyen sesi çınladı kulaklarımda. Sen bile bilmiyorsun annem. Kızın sahiden dağlar kızı Reyhan.
Otobüs yükseldikçe kulaklarımdaki uğultu arttı. Önümde oturan iki genç öğretmenden adının Hayriye olduğunu öğreneceğim siyah saçlı, kara üzüm gözlü olanı arkasına dönüp, bir sakızla tanışalım, dedi. Damla sakız sevmiyorsanız şekerlisi de var nanelisi de, diyerek avucunun içini açtı.
Ağzımda nane sakızlı şeker/nane şekerli sakız gözlerimi kapatıp yol aldım. Kontrol, dediklerinde gözümü açıyordum. Eylem varmış. Kontak kapatılmış, seslerine ne anlam vereceğimi bilemedim. Kimseye soracak cesareti bulamadım. Herkesin bildiği bir şeyin cahili olmak insanın yabancılığını değil ama yabansılığını arttırır gibi geldi.
Dört saat süren yolculuk bittiğinde ben de çoktan bitmiştim. Sanki günlerdir değil de aylardır yoldaydım. Sabah karanlığında İstanbul’dan ayrılmış bir yolcu gibi değil, aylar önce evini terk etmiş bir yurtsuz gibiydim.
Otobüsün bizi garda bırakacağını zannediyordum. Van Garı gibi bir yer hayal etmiştim. Bir tost yemeyi düşünmüştüm. Vangölü bizi meydanda bir heykelin yanında “bıraktı”. Benden başka şaşıran bir kişi daha vardı. Antalyalı Kübra Öğretmen. Ama o şaşkınlığını dile getirmemişti. Hayriye Öğretmen’e teslim etmişti bütün şaşkınlıkları, bütün bilgileri, verilecek bütün kararları. Diğer yolcular şaşırmamıza şaşırdı. Gara gitmeyecek miydik, dememize şaşırdılar. Hep burada bırakılır yolcular, dediler. BIRAKILIR.
Şehirden yana ilk nasibim bırakmak fiili oldu. Her şey bırakılıyor burada. İstanbul’da nasıl her şey “yapmak” ise “bırakmak” da öyle burada.
Şehrin verdiği ilk ders: bırakmak.
Bu şehir sahiden bırakılmış, dedim, içimde ne vakittir kısmaya çalıştığım sesimin bana rağmen dışarı taşan frekansını bastıramadan.
Söz ağzımdan çıkıp yere düştüğünde, şehre dair zamansız bir ilk cümle kurduğumu fark ettim. Eylem yorgunu bir şehirdi beni karşılayan. Devrilen çöp bidonları, taşlar, sopalar, camları kırılmış dükkânlar. (Mehmet Amca’nın açılmayan telefonu, beni karşılamaya gelemeyişi ile şehrin metruk görüntüsü arasındaki bağlantıyı haftalar sonra kuracaktım.)
Herkesin yaptığını yaptık ilk şaşkınlığı atlattıktan sonra. Sanki eylem olmamış, ayaklarımızın bastığı zeminde cam kırıkları, taşlar, sopalar yokmuş gibi; şehir, kimsesizliğin içinde uğunmuyormuş da her şey çok normalMİŞ gibi. Bu taşlar taş değil gülmüş. Bu cam kırıkları konfetiymiş gibi… Hayatı normalleştirmek üzere sohbet etmeye çalıştık yol boyu, sakız ikramının dışında hiç konuşmadığım öğretmen kızlarla. Sanki birlikte yola çıkmışız, aynı evin misafiriymişiz gibi.
Kızlar, Millî Eğitim Müdürlüğü’nden muvafakatnamelerini alıp ertesi gün vazifeye başlayacakları köye gidecekti. Geceyi öğretmenler evinde geçirmeyi/geçiştirmeyi planlamışlardı. Ben nereye gideceğimi bilmiyordum.
Birlikte öğretmenler evine gidelim, dediler. Gidilecek başka bir yer yoktu benim için.
Gittik. Tost ve çay. Baş döndürücü otobüs yolculuğu bizi üç gündür ağzına bir şey girmemiş aç kurtlara çevirmişti.
Garson, tostunuza ketçap bırakayım mı, dedi.
Biraz önce heykelin yanına bırakılmıştık. Ama bırakma fiilinin cümle içindeki manalarına henüz vakıf değildik.
Şaşkınlığımızı anlayan garson elindeki tost ekmeğine televizyonda yemek yapan süper şef edası ile ketçap döktü. Sizinkilere de ketçap bırakayım mı yani, dedi.
Üçümüz birden, bırakma, diye bağırdık. Sesimizdeki boğuk tını, ketçap istemeyen insanların çaresizliğini değil, cami önüne bırakılmış bebek yalnızlığını ele veriyordu. Bebeklerin melekleri vardı. (Melek kızım beni bırakma. Çaresiz, bırakmıştım Yeşil Teyze’yi havaalanı yalnızlığına.)
Peki, biz kime emanettik bu şehirde?
Hayat bizi buraya bıraktı dedi, yatalak annesinden tayin yerini saklayan, Ankara’nın bir köyüne gidiyorum anneciğim diye evinden ayrılan Hayriye öğretmen. Köyün adını söylemedim dedi. Ola ki bir tanıdığın tanıdığı çıkar.
Bırakmak fiilinin izini sürdük.
Yüksekova’ya doğru yola çıkacak olan Antalyalı Kübra öğretmen Oraya güzel şeyler de gelirdi, ama hiçbirisi uzun kalmazdı dedi nemli gözlerini saklamaya çalışarak. Şiir mi dedim. Şiir gibi bir filmden dedi. Vizontele’denmiş.
(Neden burada yoklamaya çıkmış erler gibi künyelerimizi okuyorduk birbirimize. Hopalı Hayriye. Antalyalı Kübra. Ya ben nereliydim? Ben hiçbir şey demedim. İstanbullu bir doktor için diye kurdukları cümlenin içinde benim adıma sahiplenilmiş aidiyeti gördüm. Benimsemedim. İtiraz da etmedim.
Meraklısı için notlar
Geçmişi birlikte hatırlamak, hatırlamanın izini bir öykü üzerinden sürmek niyetiyle geçen hafta 2013 yılında yayımladığım
Rüzgâr Avı
kitabındaki psikiyatrist Reyhan Soylu’nun, Hakkâri günlerini anlatan
Gitmiyorgibigittimblogspot.com
öykümü tefrika olarak huzurunuza getirmeye başladım. Bu hafta öykünün ikinci bölümünü dikkatinize sunuyorum.
Geçen hafta yayımladığım bölüme gösterdiğiniz dikkat ve rikkat için teşekkür ederim. Yorumlarınız, dikkatleriniz, hatırladıklarınızdan geri kalanları takdiminiz benim için çok kıymetli. Eksik olmayın. Var olun, daim olun.


