Fatma Barbarosoğlu
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak bilgi paylaşıyor.
1-
E.’nin Ayak İzinde…
Küçük bir kız iken, siyah beyaz ekrandan Yeşilçam filmlerini seyrederken, gidenin -ki bu giden erkek de olabilirdi kadın da- ben veda etmeyi sevmem cümlesinde filmden kopardım.
Bir filmin küçük bir kasabada veya büyük bir şehirde seyredilmesine göre farklılaşacağını bilemezdim o zamanlar. İnsan niye veda etmeyi sevmesindi ki. Filmin bu noktasında çıkar giderdim kendi filmime. Benim filmimde muhteşem bir veda sahnesi beni bekliyor olurdu. Veda etmek ne kadar sevildiğinin ispatıydı sanki.
Film başka, hayat başka. Filmlerde onca şık duran şey hayatta ne kadar kaba ve yorucu, yorucu ve çirkin bir hâl alıyor. Beni yolcu etmeye gelen arkadaşlara, yarın hiç kimseyi istemiyorum, dedim. Veda etmeyi sevmem. Bu cümle çocukluğumun soğuk gecelerini getirdi peşi sıra. Isınmak için kendime yazdığım veda sahnelerini. “Ansızın gideceğim bu şehirden” diye başlayan bütün şiirleri ezberlediğim günleri.
Tuhaf bir veda sahnesinin her teferruatını zihnimin kayıtlı tuttuğunu fark etmem için yeni bir yolculuğa çıkmam gerekiyormuş meğer.
Pamuk şekeri ve börek kokan (komşumuz Halil ağabey camekânlı el arabası ile sabahları börek, öğlenleri pamuk şekeri ve elma şekeri satardı) mahallemizden kopuşumuz, kapımıza yanaşan kocaman bir kamyon ile oldu. Eşyalarımız birkaç saat içinde yükleniverdi. Akşehir’den İstanbul’a. Babamdan ilk defa ayrıldık. O, kamyonun muavin koltuğunda; biz üçümüz tren kompartımanında yolumuza devam edecektik.
Özgürlüğün, eşyasızlık olduğunu ilk o gün anladım.
Arkamızda bıraktığımız komşularımız ağlıyordu. Sahiden. Ellerinde bir maşrapa su. Anne neden su döktüler arkamızdan, dedi kardeşim. Arkamızda bıraktıklarımız hep canlı kalsın diye, can suyu niyetine, dedi annem.
Can suyu niyetine…
Veda etmenin ne demek olduğunu o zaman anladım. Gidiyordun, bir daha dönmeyeceğini bilerek gidiyordun. Gidiyordun, yaşadıklarının arkanda kalacağını bilerek gidiyordun. Bu duygudan kurtulmanın tek yolu sanki gitmiyormuş gibi gitmekti. Geri dönecekmişçesine gitmek. İçtiğin son çayın bardakta bıraktığı sıcaklık soğumadan döneceğine inanarak gitmek. Pencere önündeki begonyaları, küpe çiçeklerini bırakarak.
Annem bütün çiçeklerini arkasında bıraktı. Kuşkonmazlar, sardunyalar, arapsaçı, dokunmabana küserim sana, tavşan dudağı. Oturma odasının tavanının iki kere çevrelemiş, rayihası ile insanı divane eden mum çiçeğini bile orada bıraktı.
Perdesi sökülmüş evimizi, begonya saksılarının sıcaklığı, mum çiçeğinin kalbi ele geçiren kokusu ile arkamızda bıraktık.
Gitmiyor gibi gitmeyi ilk annemden öğrendim.
Beni mecburi hizmetin mecburi istikametine uğurlamaya gelen arkadaş-lara, oturun, dedim. Beni bana bırakarak oturun. Her şeyin sıradan olduğu bir akşam yaşayalım. Siz içeride kaynatmaya devam edin. Ben arada sırada geleyim yanınıza. Yadırgadılar belki. Ama seslerini çıkarmadılar. Mutfağa gittim. Çay demleme bahanesiyle. Kendimi fark ettim. Tekrar tekrar lavaboyu temizleyişimi. Raflarımı yerleştirişimi. Boş kalan kavanozlara çay dolduruyordum. Çay, tuz, kahve. Leke olmuş kavanozları itinayla siliyordum.
Ben ne yapıyordum?
O an anladım ki gitmeye hazır değildim. Hiç hazır değildim. Ama gidecektim. Nasıl gidecektim? Gitmiyor gibi gidecektim.
Bu ev böyle kalacak, dedim beni uğurlamaya geldikleri hâlde bensiz muhabbet etmeye çalışan arkadaşlarıma. Tek şartım var. Döndüğümde aynen görmek istiyorum. Kirasını düzenli olarak öderim. İhtiyacı olan arkadaşlar gelip kalabilir. Burada kurulu bir düzen bıraktığımı bilmeye ihtiyacım var. Anahtarı Selvinaz’a bırakacağım.
Özgür olmak istiyorsam eşyasız olmalıydım.
İstanbul’dan böyle ayrıldım. E. gibi mi? E. gibi.
Hayatım onun hayatını tekrar ederek mi geçecek bundan böyle? Onun bıraktığı izlere bakarak kendi hayatımı temize mi çekeceğim?
Kırk yerinden yamalı bir uyku ile seher vaktine kavuştum. İmsak vaktinin kesmesine bir hayli vardı. Teheccüd, şükür, hacet bildiğim bütün namazları arka arkaya kıldım.
Sonra sabah ezanının okunmasını uzun uzun bekledim. Vaktin genişlemesi diye bir şeyin söz konusu olabileceğini işte o zaman fark ettim. Müezzinin sesi dalga dalga yayılmaya başlayınca balkona çıktım. Ağlayacağımı sanıyordum. Ağlamadım. İçimdeki bütün sular buz tutmuştu. Çözülmeyecekti.
Sabah namazından sonra akşamdan hazırladığım küçük bavulu yavaşça kapının önüne çıkardım. Selvinaz içeride uyuyordu. Ya da akşamdan sıkı sıkı ettiğim tembihe uyuyordu. Ha, mim hu, dedim kapıyı yavaşça çekerken.
Ha, mim, hu.
Havaalanı Yalnızlığı
Sabahın kör karanlığında, akşamdan sipariş verdiğim taksinin içinde, kendimi kendimden saklayarak yola koyuldum.
Cep telefonum çaldı. Ekrana baktım. Selvinaz. Vedalaşacaktı. Ya da şunu unuttun diyecekti. Açmadım. Açılmayan cep telefonu taksi şoförünü tedirgin etti. Dikiz aynasından izah bekledi. Susmaya devam ettim. Konuşursam yol çabuk bitermiş, yol çabuk bitince İstanbul’dan ansızın koparmışım, İstanbul’dan ansızın kopunca…
Gerisi yok.
Beyhude uzatmaya çalıştığım yol bitti. Hiç konuşmadan şoföre parasını uzattım. Söylemekle söylememek arası, yarısı içine yarısı dışına bir sesle, iyi yolculuklar, dedi.
Eyvallah, dedim. Şaşırdı. Tekrarladı. Eyvallah.
Havaalanının kapısından girer girmez yeşil pardösülü bir teyze ile karşılaştım. Sanki beni bekliyordu. Yolculuk nereye evladım?
Havaalanında “Yolculuk nereye?” diye soran biri varsa bilin ki muhatabınız havaalanı yalnızlığı içinde uğunmaktadır. Nereye gittiğimi söylemek yerine, nereye gideceksin, dedim. Cevap veremedi, yüzüme baktı. Gözlerini derdine derman niyetine, toprak niyetine, bağ bahçe, dağ niyetine yüzümde gezdirdi. Havaalanı gözüne o kadar karışık, tekinsiz geliyordu ki. Ha uzayda bir nokta, ha yeşil pardösülü kadının yalnızlığı. Neden sonra, melek yavrum ben İzmir’e gideceğim, dedi.
(Yolculuğun ilk hitabı: melek yavrum. Unutma Reyhan dedim. Yol kâğıdın meleklik üzerinden düzenlendi.)
Kontrolden tek başına geçemeyeceğini anladım. Pardösüsünü, çantasını mavi plastik kutunun içine yerleştirdim. Bize sıra gelmesini beklerken yolculuk nereye sorusuna alacağı cevaba dikkat çekmek için, teyzeciğim İzmir’e gitme bilgisi yeterli değil, hangi havayolu ile gideceğin de önemli, derken cep telefonu çaldı. Kontrol noktasından bir türlü geçemedi.
Çantasına koyduğu su şişeleri, kesintisiz çalan telefonu, durmadan öten sinyaller.
Görevli çantasındaki suları çıkarttırmaya uğraşıyor. Yeşil pardösülü teyze beni bırakmamak derdinde. Telefonu ısrarla çalmaya devam ediyor.
Görevli kız pervasız bir şekilde yeşil pardösülü teyzenin telefonunu açtı. Eline verdi, KONUŞ, dedi. Emir demiri keser çaresizliğinde telefonu kulağına götürdü yaşlı ve yalnız kadın. He kızım, diyebildi güçlükle. Ağladı ağlayacak derken. Kocaman bir gözyaşı, gözlerinden yola çıkıp boynuna kadar yuvarlandı gitti.
Bunca kocaman gözyaşı sadece çizgi filmlerde olmazmış.
(İkinci ders: Reyhan gözyaşının büyüğünden kork.)
Şifa ya da merhem hangimizin gözlerinde saklı? Yaralı doktor. Yaşlı yalnız kadın.
Telefon konuşmasından sonra çehresinin rengi pardösüsü ile ton farkı ile ayrılan Yeşil Teyze, görevli kızın ukala ve hoyrat cümleleriyle başa çıkmaya çalışırken bir taraftan bana bakıyor. Koca havaalanında insan suretinde bir seni gördüm, dercesine.
O bana sarılmışken ben onu Hızır bilme derdindeyim.
Hayatında ilk defa tek başına, üstelik uçakla yolculuk yapacak olan yetmiş yaşlarındaki teyzeyi, görevli kıza karşı yalnız ve savunmasız bırakmamak üzere beklerken altı yedi yaşlarında, biri kız biri erkek iki sarışın çocuk kendilerine refakat eden bir hostes eşliğinde geçip gitti önümden.
(Tecrübe nedir Reyhan? Üç karış boyu ile kendinden bu kadar emin bu iki çocuğun karşısında yetmiş yaşındaki teyzenin tecrübesi nedir? Tecrübe yaşadıklarımızdan mı arta kalandır yoksa yaşamadıklarımızdan/yaşayamadıklarımızdan mı?)
Hacı Nine’nin duasını hatırladım o sıra: Bizi bildiklerimizden yad etme ya Rabbi.
Bana ne kadar da güvenmişti. Güvendiği dağlara karlar yağdı. Uçağa bineceği kapı henüz belli olmadığı için Teyzecik’i emanet edeceğim birini bulamadan, aklımın yarısını onda bırakarak ayrıldım.
(O artık “Teyzecik” benim kalbimin kayıtlarında. Cik eki sadece sevimliliğin değil aynı zamanda güçsüzlüğün de betimleyicisi değil mi?)
“Van yolcusu kalmasın” anonsu ile birlikte birden aklıma Hacı Nine’yi aramak geldi. (Belki annemi aramak istiyordum. Sesini duyarsam çözülürüm diye korktuğum için son veda Hacı Nine’ye. Nereye gidiyorum da nereden veda ediyorum? Ben İstanbul’da, annem ve Hacı Ninem Akhisar’da olduğuna göre…) Yaşlı kadını sabahın bu saatinde korkutmam inşallah, diyerek aradım. Telefonun hemen yanında oturuyormuş gibi ikinci çaldırışta ses verdi: Buyur/ Ninem ben Reyhan/ Bildim/ Ben gidiyorum.
“Nereye?” demesini beklemeden ilave ettim: Hakkâri’ye/ Ne etmeye gidiyorsun?
Ne etmeye gidiyorum? Ne cevap vereceğimi düşünürken, öğrenmeye mi gidiyorsun, öğretmeye mi, dedi.
Ninem ben okulu bitireli çok oldu. Ben doktor çıktım ya/ Biliyoruz!!! Sen oraya ne ETMEYE gidiyorsun?
Çocukluğumun en çetin sorusuydu. Hacı Nine büyüğünden küçüğüne “NE ETMEYE?” diye bir soru sordu mu akan sular durur, dağlar yürür, kuşlar gökyüzünden yere düşerdi.
Ne diyecektim? Anons tekrarlanıyor: Van-İstanbul seferini yapan TK… yolcuları için son çağrıdır.
NE ETMEYE gidiyorsun, dedi Hacı Nine tekrar, öğretmeye mi, öğrenmeye mi?
Şaşkınlıkla, öğrenmeye öğrenmeye, dedim.
İyi öyleyse, dedi. Öğrenmeye gidenler hem öğrenir hem öğretir. Öğretmeye gidenler ne öğrenir ne de öğretir.
(Uğurlar olsun Reyhan. Uğurlar olsun.)
Meraklısı İçin Notlar:
Birkaç hafta boyunca “burada” sizlerle birlikte yakın tarih/yakan tarih üzerine bir öykünün izinde ilerleyeceğiz.
Gitmiyorgibigittim-blogspot.com adlı öyküm, 2013 yılında yayım-ladığım Rüzgâr Avı kitabımın “Muhasebe” bölümünde yer alıyor.
Teröristlerin silah bıraktığı/silahlarını yaktığı haberlerinin gündeme yerleştiği şu günlerde, hafızanın kaydının bir öykü üzerinden tazelenmesinin muhatapları için şifa olacağını düşündüm.
Bu öykü, öykünün yazıldığı sıra Hakkari’de psikiyatrist olarak görev yapan doktor arkadaşımın benimle dertleşmek üzere açtığı telefonların atmosferinde kurgulandı. Her aktif dinleyiş kalbin içinde birikmiş olanları sonunda bir yerden sızdırır. Nitekim yine öyle oldu ve kalbin kayıtları bir öykü olarak kendini inşa etti. Metinde okuyacağınız olayların tamamı gerçek.
Kitapta, öykü, ara başlıklarla birbirinden ayrılıyor. Gazetede takip edilmesi kolay olsun diye her hafta tefrika için ayırdığım bölüm rakamlar yoluyla ilerleyecek.
Her hafta sizlerden gelen yorumları, tefrikanın altında yayınlamaya dikkat edeceğim. Böylece dijital kültürün izinde bir okuma grubu tecrübesini de paylaşmış olacağız inşallah.


