4 Yaşamıyor gibi yaşamak Fatma Barbarosoğlu
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com haber yayımlıyor.
Gitmiyor gibi giden, nereye geldiğini nasıl anlayacak?
İlk zamanlar, gitmiyor gibi giden olarak GELENLERin dünyasına ziyadesiyle yabancı kaldım. Ama zaman içinde GELENLERin çoktan gittiğini, kendinden bile başka yere gittiğini gördüm. Eski sosyalistler buradan gidince yeni ulusalcı kimlikleri ile en yakınlarını bile şaşırtacak. Aileleri bile inanmayacak belki de yaşadıkları değişime. Onca hümanist duygularla gelenler, torba torba öfke biriktiriyor.
Gelenler, müdavimi oldukları medya ile geliyor çünkü. Sokakları, sokaktaki insanı, sokaktaki esnafı gören, onlarla iletişime geçen o kadar az memur var ki. Herkes görevini formel olarak en iyi şekilde yapıyor. Görev alanında bir sorun yok. Burada memurlar, amirler, sağlık personeli, öğretmenler, başka şehirlerdekilerden, mesela İstanbul ve Ankara’dakilerden daha dikkatli. Pür dikkat. Sırtında bir sepet yumurta taşıyan insan dikkati. Bu aşırı dikkat, aşırı ihtimam, hayata sokulmayı, hayata karışmayı engelliyor.
Bu dikkatin bedeli ağır. Bu dikkatin bedeli, yaşamıyor gibi yaşamak. GELENLERin hayatı askıda bir hayat. Giderken askıdan alınıp sırta geçirilmek üzere bekletilen, muhafazaya alınan. Ya da bütün hastaneyi şoka sokan Dr. Nergis’in hayatı gibi bir hayat. Onun adına herkesin utandığı ama onun, inadına bütün sınırları ihlal ettiği hayat. Kocasını bekâr bir doktorla aldattı. Zavallı adam tayinini Antalya’ya çıkardı gitti. Nergis bu defa evli bir adamı düşürdü pençesine. Nergis’in tedaviye ihtiyacı vardı. Ama o alkolik olduğunu kabul etmeyen ayyaşlar gibi aşka âşık kadın formatında önüne geleni zehirlemeye devam ediyordu. Hakkari’ye tayin edilecek son kişi Nergis’ti. Fakat ne tuhaf, Hakkari’den en çok zevk aldığını iddia eden de Nergis’ti.
Hayatlar askıya alınınca… Gün boyu yaşadıklarının yükü, akşam haberlerinde karşına çıkan görüntülerle bin misli artıyor. Tüm gün, hiç yere koymadan taşıdığın bir küfe yumurta, uykuya dalarken sırtı dağlayan demir bir çubuğa dönüşüyor. O görüntülerle, şehit cenazeleriyle, “buralı” değil “o görüntülere rağmen burada kalan” oluyorsun. Burada unutulan. Her şehit cenazesinden sonra Türkiye’nin en çok şehidinin bu şehirde olduğuna dair rakamlar tekrar güncelleniyor. Oysa burada yaşayanların bunu unutmaya ihtiyacı var.
Siyasiler buradan bahsederken, erkeksen git, Hakkâri’de konuş, diyor. Onların salı düellosu olarak öylesine söylemiş olduğu sözler, bizim için bir haftaya yetecek keder oluyor.
Evde (evimde değil) televizyon olmadığı hâlde gün boyu mesai arkadaşlarımın parça parça aktardıklarıyla zehirleniyorum. Dün bütün hekim arkadaşları topladım. Ekran üzerinden bölge haberleri konuşulmaması konusunda bir mutabakata vardık. Güzel şeyleri haber yapacaktık. Yaşadıklarımızı. Acıyla, kederle, sevinçle yaşadıklarımızı.
Meraklısı için notlar
Daha önce okumamış olanlar için yazının başındaki 4 rakamının tefrika hikâyemizin dördüncü bölümüne işaret ettiği bilgisini vereyim.
Tefrika hikâye nasıl okunuyor? Buna dair edindiğim izlenimleri de sizlerle paylaşmak istiyorum. Gazeteden tefrika okuyanları kabaca dört kategoride toplamak mümkün:
-Yıllar önce Rüzgâr Avı’nı okuduğu halde bu öyküyü hatırlamayanlar
-Öyküyü daha önce kitaptan okuyan ama gazetede tefrika olarak yayınlanınca başka türlü okuduğunu söyleyenler
-İlk defa gazetede okuyanlar
-Hayatında daha önce hiç tefrika metin okumamış olanlar
Hayatında daha önce tefrika okumamış olanların büyük çoğunluğunu bölgede mecburi hizmet yapmış olan memurlar oluşturuyor. İlk söyledikleri cümle şu: Bu öyküyü biz orada yaşarken tefrika etmiş olsaydınız, acaba neler hissederdik? Şimdi okurken o yıllara dönüyoruz. Ama o zaman okusaydık “Tam da bizim hayatımız” der miydik, bilmiyoruz.
Dikkate alacağımız anahtar cümle, “Tam da bizim hayatımız”. “Bizim hayatımız” etiketiyle muhafazaya aldığımız geçmiş zaman sahneleri, zannedildiği gibi sabit ve değişmez değildir. Nasıl ki hikâye sondan geriye doğru yazılıyorsa hatırlamanın kimyası da sondan geriye doğru olur ve geçmişe daima günün ışığı düşer. Günün ışığı dediğimiz, güne rengini veren duygularımızdır.
Duygular bahsinde duralım biraz. Bu öykünün 12 yıl önce yayımlandığını her vesile ile dile getirdim, malumunuz. Bunun ısrarla altığını çizmemin sebebi, sosyal medya ile duygularımızın sıralamasının ve söz konusu sıralamanın kamusal karşılığının geçirdiği dönüşümü gözden kaçırmamak.
Bilenlerin sustuğu ama bilgiyi umursamayanların aşırı yorum ile metnin kendisini göz ardı ettiği bir dönemdeyiz. Nitekim geçen hafta dikkatinize sunduğum 3. bölümün altına bir sosyal medya kullanıcısı “Psikiyatrisin kendisi psikiyatristlik” yorumunu yaptı. Onun yorumuna başka bir kullanıcı “Onlar da insan, duyguları var” diye cevap verdi.
Sosyal medya davranışı olarak hiç yabancısı olmadığımız bir durum. Bir metnin altında -ki bu metin yazılı metin olabileceği gibi görsel bir metin de olabilir- sanal kimlikler olarak karşılaşmış kişiler, hemen tartışmaya, birbirlerine had bildirmeye başlıyorlar.
Metin okuma mahareti olan kişiler bütün taraflar için tartışma atmosferini sağlıklı bir zemine çekecek eleştiri ve yorumlarda bulunur bulunmaz yorumların gidişatı değişiyor. Kötülük, kötüler arttığı için çoğalmıyor, iyiler sustuğu, eylemsiz özne olarak durdukları için çoğalıyor.
“Psikiyatrisin kendisi psikiyatristlik” yorumunu yapan kişi o yıllarda Hakkari’de nasıl bir hayatın olduğunu hiç öğrenmemiş, hiç hissetmemiş. Belki yaşı genç birisi. Lakin atmosferi hissetme, yaş ile doğru orantılı bir durum değil.
Okuyucularımın dikkati ve rikkati konusunda kendimi daima şanslı hissetim. Nitekim bahsi geçen yazının altına bir okuyucum şu yorumda bulundu:
Günümüzde olsa bu kadar içine dönebilir miydi veya arkadaşıyla böyle sohbet edebilir miydi, bilemedim. Sanki gitgide duygularımızı daha yüzeysel yaşıyor, ilişkilerimizi daha mesafeli kuruyoruz, ister istemez.
Hepimizin ihtiyacı olan şey tam da bu. Dünü gören, günü gören ama dün ile gün arasında daima kendini gören…


