3 Altı saatlik sohbetin derin dostluğu Fatma Barbarosoğlu
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak bilgi yayımlıyor.
Hayriye ve Kübra öğretmenden altı saat sonra ayrıldım. Zor oldu bu ayrılık. İstanbul’dan ayrılmaktan bile daha zor. Beşer tane tost, onar bardak çayın içine geçmişimizi bıraktık.
Sanki tanıyormuşuz gibi Kübra’nın internet kurdu olan annesinin kulaklarını çınlattık gece boyu. Şehit edilen öğretmenlerin, polislerin çetelesini tutan annesinin.
Yaşça onlardan büyük olmanın avantajını kullandım. Onlar bu avantajı mesleğimin hanesine yazdılar. Ben henüz E.’den yeteri kadar uzaklaşamamış olmanın çaresizliğine kaydettim.
Tostumuza ketçap bırakacak olan garson konuşmalarımızdan benim öğretmen değil doktor olduğumu anlamıştı. Sen burada kalma Doktor Hanım, dedi. Arkadaşlar alınmasın ama hekimler evi daha iyidir. Beş yıldızlı otel gibi. Hem onlar nasıl olsa yarın gidecek. Sen de ilk günden kendi yerine varmış olursun.
Kendi yerim… Hekimler evi, benim kendi yerim mi olacaktı?
Kızlarla vedalaşıp garsonun mihmandarlığında hekimler evine vardım. Garson telefonla süit oda ayarlamalarını sağlamıştı.
İki hemşire tarafından gecenin o vaktinde, hoş geldiniz Doktor Hanım, diye karşılandım.
Kapıyı kapattım. Sırtımı kapıya verip öylece oturdum. Gözyaşım sel. Nihayet içimdeki buzlar çözüldü.
Ben neye ağladım o gece? Neyi bahane ettim? Kendimden neyi saklıyordum, gözyaşlarımı siper edinip?
Kimsesizliğime mi? Neden? Kim olacaktı ki bu şehirde… Hiç bilmediğim, haritada bulmakta bile zorluk çekeceğim bu yerde kimim olacaktı ki zaten! Öğretmenler evinin garsonu benim için süit odayı hazırlatmış. İki gün sonra gidecek olan doktorun dairesini hemen kiralayabileceğimizi söylemişti bana ev sahipliği yapan Günnur Hemşire. (Bunu söylemeyin, diyecektim az kalsın. Bunu söyleyen sır oluyor. Mehmet Amca da böyle söylemişti. Beni karşılamaya geleceklerdi. Telefonuma bile çıkmıyor.)
Hekimler evindeki süit odam İstanbul’daki dairemi aratmayacak bir konfora sahipti.
Konfor yalnızlığı azaltmıyor.
E. dünyanın bir yerinde. Herhangi bir yerinde. Aidiyetsiz. Dünya vatandaşı. E. ile olmazdı. Acı olan şu ki E.’siz de olmuyor.
E.’yi çıkaracağım hayatımdan.
Sabaha kadar geldi E. Her gelişinde bir cümle bırakarak. Her cümle ile ıssızlığımı perçinleyerek.
Gitmek değildir zor olan, kalmaktır/ Giden unutuşa gider çünkü/ Kalan hatıraların yükü ile soluksuzluğa kalır/ Gitmek değil kalmaktır zor olan/ Giden kendini götürecektir gittiği her yere/ Kalan kendi ile birlikte gidenin gamını da taşıyacaktır/ Gidenin iki hayatı olacaktır: buradaki ve oradaki/ Geride kalanın payına bir hayat bile düşmeyecektir.
İstanbul’dan koparken –gitmek değilmiş benimkisi, kopmakmış ancak– bir yere varacağımı sanıyordum. Gide gide gittim, az gittim uz gittim, bir arpa boyu yol gittim.
Bu şehirde gele gele kendime mi geldim?
İlmek ilmek kendimi söküyordum.
İlk on gün E. İstanbul’da bile olmadığı kadar çok geldi. Çok geldi ve her yeri ele geçirdi.
Sonra bir şey oldu. Uzun süren yağmurlardan sonra açan güneş gibi bir şey.
Günde elli hastaya bakıyordum. Çok yüksek bir rakam. Bu küçük şehirde günde elli hastanın psikiyatrik sorunlarının olduğunu bilmek çok ağır bir yük.
Fakat günde elli hastaya bakmak bana iyi geldi. Ne kadar da bencilce bir cümle. Kendimi suçüstü yakalamama sebep olan, Selvinaz’ın telefonu oldu. Kandil tebriği için aramış. O gün kandil olduğunu bilmiyordum. Sokağın başında panzerler vardı. Üç gündür sokağa çıkamıyorduk. Elektrik yoktu. Neredeydim? Orada değildim. Kendi içimde de değildim. Neredeydim? Sular akmıyordu. Evin içi buzdan kale.
Zamanın ve mekânın bir yerinde asılı kalmıştım.
Kandilin mübarek olsun, dedi. Elektriklerin kesik olduğunu nerden biliyorsun, dedim. Cümlem şaşkın bir sükûtun içine düştü. İyi misin, dedi Selvinaz. Doktorlar hasta olmayacağına göre sualinin saçma olduğunun farkındasın değil mi, dedim. (Doktorlar hasta olur oysa. Doktor, kibrini bir gömlek gibi sırtından çıkarıp attığında, en çok doktorların hasta olduğunu görür.) Bugün ne yapacaksın, dedi Selvinaz. Belli ki kandil kutlamasını soruyor. Anadolu’nun bu en uzak sınır şehrinde, hayal kırıklıklarının başkentinde, insanların ilahi neşvesine dair bir şey mi bulacaktı yoksa yalnızlıkla dans eden doktorun dindarlığından iz mi sürecekti?
Ben onun “Kandilin mübarek olsun” cümlesini elektrikler kesik, kandil yakıyorsun anlamına çektiğim için… Parti var, dedim Selvinaz’a. Acı olan şu ki terzi tuvaletimi yetiştiremedi.
Kapatalım istersen, dedi Selvinaz.
Açmadığımız çukurları kapatarak başımızı belaya sokmayalım, dedim. Biz burada kapatmak kelimesini hiç kullanmıyoruz, dedim. Kapalı olanları görmüyoruz. Açık mı kapalı mı diye sormuyoruz. Fırınlar ekmek çıkarmış, diyoruz sadece. Bunu herkes anlıyor. Bu bütün sokağın, bütün şehrin tutsak olduğu ama neyse ki fırınların açık olduğu anlamına geliyor.
Selvinaz; yerini, menzilini bulamamış öfkemin yanlış hedefi olarak telefonun ucunda susabildiği kadar sustu. O sustukça eski bir hırkadan örnek çıkarmak üzere bırakılan son parçayı, muzırlık olsun diye söken yaramaz çocuk gibi, dereden tepeden konuştum durdum. Kendimi söküyordum. İçimde muhafazaya alınmış bütün güzel motifleri belki de. Söktüğümün güzel bir şey olduğunu anladığım anda, ağzımdan çıkan cümleler ile yaralanıyordum. Anlattıkça yakınlaşacağımı sanırken, anlattıkça uzaklaştığımı idrak edemiyordum. Geri dönülmeyecek bir yola girdiğimi fark etmem epey zaman aldı. Fark ettiğim anda sustum. Zınk diye. Başladığım cümle havada asılı kaldı.
Selvinaz beni teselli etmek yerine, ne oldu, neden sustun demek yerine, “seni anlıyorum” diye başlayan dizi film repliklerinden ödünç cümleler kurmak yerine, dualarımdasın, dedi. Hep dualarımda olacaksın.
Kalakaldım.
Dualarımdasın, hep dualarımda olacaksın.
Bu ne muhteşem bir cümle idi. Ne kadar şifalı. Uzunca bir sessizlikten sonra,
Selvinaz, dedim, senin sadece kirpiklerin değil kelimelerin de kalbe batan ok imiş.
Dualarımdasın cümlesi ile yaralanmıştım. Ne ki bu yara beni bana yakın edecek bir yara idi artık. Dualarımdasın cümlesine kadar her şeye uzaktım. Uzaklığım ile hoyrat idim. Uzaklığım ile hayırsız.
Selvinaz’ın telefonu ile uzaklığımı fark ettim. Oysa ben buraya yakın olmaya gelmiştim. Kendime yakın, hastaya yakın. Hayata yakın.
Uzaklığımı kadim arkadaşımın mihmandarlığında idrak ettim.
Yakın olmayı yeni arkadaşlarımla temrin edecektim. Yeni arkadaşım Ortopedist Nilay Özgel.
Meraklısı için notlar
2013 yılında yayımladığım Rüzgâr Avı kitabındaki son öykümü, üç haftadır dikkatinize sunuyorum. Yaptığınız/yapacağınız yorumları heyecanla bekliyorum.
Heyecanımın sebebi şu:
12 yıl önce henüz dijital kültür hayatımızın tüm alanlarını ele geçirmemişti.
Toplumsal hafıza, matbuat modernleşmesinden bu yana teknolojinin manipülasyonuna maruz kalmış olsa da “toplumsal dikkat”, “toplumsal duyarlılık” 2000’lerin başlarında kendi yatağında akan ırmak olmanın son direnişlerini ortaya koymaya hâlâ devam ediyordu. Öncelikler sıralaması henüz günümüzdeki kadar tepetaklak olmamıştı.
Her şeyin yerli yerinde durduğu/ duracağı bir dünya için dünün ve günün duygu dünyasını bütünleştirmek üzere, Hakkari’de görev yapan psikiyatrist Reyhan Soylu’nun mihmandarlığında aynı metni yazan/okuyan özneler olarak kelime kelime, cümle cümle ilerliyoruz. Yolumuz aydın olsun.


