‘Atarlar tîr i maksûdu nedendir yayı bilmezler’ Ömer Lekesiz
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak açıklama yapıyor.
Önceki yazımızı şu soruyla bitirmiştik: “Kurumlaşmada yetkinliğe ulaşmış tasavvufu yani İslam ahlakıyla tahkim edilmiş dini kültürü aklın örtülmesine sevk eden, diğer bir söyleyişle bilimin de o muhteşem kültüre eklenerek kültürleşmesine mâni olan şey nedir?”
Bu sorunun cevabı önce siyasi, sosyal ve kültürel, sonra bilimsel ve sanatsaldır. Bunlara
dini
ayrıca eklemiyoruz çünkü, bizim anlayışımızda din ve dünya ayrımı (laiklik) olmadığından din hayatın içindedir, hayatın hareketi de dine dahildir.
Madem Takîyüddin’in yıkılan hayallerinden buraya geldik, o halde şunu belirtmeden geçmeyelim:
Arap, Fars ve Türk-İslam devletlerinin -ki, Hint’ten Endülüs’e kadar bunların çoğunluğu imparatorluklardır- yıkılmalarındaki birinci sebep
fitne
nedeniyle yaşanan iç-parçalanmadır. Bu fitnedeki ilk etki ise devletin -iktidarın- gücüyle ilgili olup, bu güçte şu ya da bu nedenle bir zayıflık hasıl olduğunda ona karşı muhalefetin ilk manivelası hep din olmuş ve devlet şu ya da bu nedenle zaafa düştüğünde dini taassup da ona paralel olarak yükselmiştir.
Şeriat tanımlı olmaksızın tüm taassupların ortak vasfı ise, mevcut kültürde -yani yaşama biçiminde- dinî -ve çoğunlukla akidevî de olmayan- hassasiyetlerin abartılarak öne çıkarılması ve bilhassa bilim dahil dünyevî addedilen diğer toplumsal ve siyasal unsurların (adalet vb.) kültürün dışına itilmesidir.
Yukarıda zikrettiğimiz toplumsal dinamiklere dini ayrı bir kategori olarak eklemeyişimizin nedeni burada daha fazla açığa çıkmaktadır. Zira din ve dünya ayrımına kapalı olan bir zihniyette yani ikisinin müşterek birikimi olan kültürde, bunlardan biri geriye düşürüldüğünde ya da eksik bırakıldığında o zihniyette bozulma kaçınılmaz hale gelir. Gerçekte ise bizim kültürümüz ikisinin toplamından oluşur ve bu toplamdan hangisi çıkarılırsa çıkarılsın kültürün dengesi bozulacaktır. Bu dengenin kurulması ve korunması için din ve dünyanın müşterekliği esasında dini kültürde bilimin, bilimde dini kültürün vaz geçilmez olması gerekir.
Bu cümleden olarak, Osmanlı Takîyüddin’in rasathanesini yıkmakla, mutaassıpların talebiyle bilimi kültürün dışına itme sürecini ve dolayısıyla kendi duraklama devrini başlatmış ve taassubun koruyucusu Kadızâdeliler Hareketi’nin o günün iktidarına karşı kazandığı dinî güç ve pasif moral -mahiyetini nerdeyse aynen koruyarak- o günlerden bugünlere ulaşmıştır. Buradaki “bugün” vurgumuza sanat esasında tekrar döneceğiz inşallah. Çünkü günümüzdeki sanat tanımlı
kültürel mülemma
, kırılmadık birkaç dalı kalmış kadim izzet ağacının acılaşmış meyvesinden ibarettir.
Şimdi geometri ve sanat ilişkisine tekrar döndüğümüzde, Takîyüddin’e reva görülenlerle geometri kültürün
dışına
itilmiştir ancak o, bilim olmaktan
çıkarılmamıştır
; Takîyüddin’in vefatından sonra da Osmanlı mimarisiyle musikisinin devam etmesi bunun delilidir.
Geometrinin kültürün dışına itildiğini söylediğimiz yerde, bilimi de içine alarak dinî kültür tarafından belirlenen genel bir kültürün varlığından söz ediyoruz demektir. İşte bu söz ediş aynı zamanda sanatın mihveri olma menzilinde bizi önce şu sorunun cevabını bulmaya sevk etmektedir:
İslam mimarisinin ilk projeleri olarak 641-42’de Amr ibn el-As Camii (Kahire), 670’te Kayrevan Cuma Camii (Tunus), 691-692’de Kubbetüssahra ile 710’da Kıble Mescidi (Kudüs), 715’te Emeviye Camii (Şam), 988’de Kurtuba Ulu Camii’nin… Kurulduğu 1037 yılından itibaren Büyük Selçukluların geometriyi sadece mimari değil aynı zamanda medeni -sanatsal- bir unsura dönüştürmesinin… ihtiva ettiği mananın önemi ve bu mananın İslam zihniyeti içindeki yeri nedir?
Burada şu farka dikkat çekmeliyiz: Bir geometriciyle, geometrik bir alemde yaşadığını bilmeden mekâna katılanların idrak düzeyi aynı değildir.
Geometrici Kubbetüssahre’ye bakarken onda bir dizi aritmetik ve matematik hesapların uçuştuğunu, üçgen, kare, dörtgen ve sekizgenlerin… cilveleştiğini görür. Ama Kubbetüssahre’ye bakan mümin bunların hiçbirini görmez, sadece onun
burada oluş
undan hem bir mana çıkarır hem de sanatsal bir zevk alır.
Geometricinin mezkûr tutumu, sanata esas olması bakımından “Geometri nedir?” sorusuyla biraz genişçe ele almamızı gerektirdiğinden, şimdi ikinci tutumu bir çerçeveleyelim.
Hayâlî Bey
’in bir mısraını yazımıza başlık olarak seçtiğimiz gazelini ilgili tutumu açık eden en güzel örneklerden biri olarak sunmadan önce,
Gaston
Bachelard’a
çatkapı uğrayalım:
“Hayal gücünün kavradığı mekân, geometricinin ölçümüne ve düşüncesine teslim edilmiş kayıtsız bir mekân olarak kalamaz. Yaşanmış bir mekândır bu. Yalnızca pozitifliğiyle değil hayal gücünün tüm taraflılıklarıyla yaşanmıştır.”


