Ayı, ejderhâ, fil ve bozkurtun dansına dâir Süleyman Seyfi Öğün
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuruda bulunuyor.
Sovyetler Birliği’nin çöküşü Amerika Birleşik Devletleri açısından mutlak bir zafer olarak algılandı. ABD’nin dünyâ hegemonyasının önünde hiçbir mâni kalmamıştı. II.Umûmî Harp sonrası ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği tarafından kurulan bir dünyâ dengesinin devâm ettirilmesi artık gerekmiyordu. ABD tek taraflı olarak, inşâsında kendi harcının da olduğu bir sistemi azgın bir şekilde yıkmaya başladı.
Aslında bu azgınlaşma, ABD’de daha 1970’lerin sonlarından itibâren dengeci elitlerin yerini almaya başlamış olan Neocon yeni elitlerin senelerdir aklına koyduğu mutlak ABD hegemonyası idealinin hayâta geçirilmesinden başka bir şey değildi.
Para, silâh ve kültürel/ideolojik üstünlük
ABD’deydi. O hâlde ne için durulsundu ki? Uluslararası düzlemde ,şöyle böyle işleyen her çeşit norm ABD postalları altında ezildi. Dünyâ hızla önü alınmaz kaoslara sürüklendi.
Bu dar görüşlü bir bakıştı. Çünkü Sovyetler Birliği’nin yıkılması esâsen
komünist modelin iç çelişkilerinden kaynaklandığı kadar; belki de ondan daha fazla olarak küresel sistemik bir krizin
neticesiydi. II.Umûmî Harp
sonrasında inşâ edilen
Dünyâ Sistemi
temelde kuvvetli ortak paydalara sâhipti. Aslında ortada bir kapitalizm-sosyalizm çatışması çatışması yoktu. Sovyetler Birliği ,sistemin en kuvvetli müşterek paydası olan
yeniden bölüşümü esas alan devletli kapitalizmin
en katı formuydu. Bu katılık,
devletli kapitalizmin devletçi kapitalizme dönüştürülmesinden
kaynaklanıyordu. Komünist blok yeniden bölüşümü bürokrasinin insâfına bırakmıştı. Buna mukâbil , meselâ 1960’larda Batı Avrupa, adına
Ren kapitalizmi
denilen devletli kapitalizmin görece daha yumuşak bir formunu temsil ediyordu. Burada yeniden bölüşüm sınıflar arasındaki pazarlığa bırakılmıştı. Batı’yı Doğu karşısında demokratik kılan da buydu. ABD’de de durum farklı değildi.
New Deal
, devletli kapitalizmin bir başka örüntüsünü temsil ediyordu.
Yeni ABD elitleri , Sovyetler’in yıkılışını
devletli ve sosyal /kamusal önceliklere dayanan sistemin tasfiyesi
için bir fırsat saydılar. Neocon azgınlaşmaya yapışan neoliberal tezler ortamı daha da köpürttü.Hâsılı ABD elitleri ,Sovyetleri çökerten sürecin üç vakte kadar kendisini de vuracak olan sistemik bir kriz olduğunu kabûl etmediler. Bugün yaşadıklarımız ABD’ye bu ihmâlinin nelere patladığını acı acı gösteriyor.
Nasıl seyrettiğine dâir çok yazdığım için tekrâr etmeyeceğim. 1970’lerde başlayan Çin’in yükselişi ve önlenemez bir büyüme göstermesi, ABD’nin hesaplarını boşa çıkardı. Evet, bugün elinde muazzam bir askerî güç var. Ama bunu mutlak olarak dünyâya dayatması mümkün değil.
Sovyetler’in yerini alan Rusya , nükleer dengeyi yeniden kurdu. Üstelik balistik füze teknolojisi ve kapasitesiyle ABD’nin üzerine çıktı.
Çin her geçen gün askerî kapasitesini ABD’ye yakınlaştırıyor. Arada bir Kuzey Kore gerçeği de var. Buradan bakınca ABD’nin elinde kalan iki üstünlükten birisi olan askerî kapasite üstünlüğü büyük ölçüde ortadan kalkıyor. Diğer üstünlüğü olan finansal üstünlüğü de artık çok kuvvetli bir şekilde sorgulanıyor ve bilhassa palazlanmış yarı merkez dünyâda, kolay değil. Ama
Dolar’dan kaçış refleksleri ve arayışları keskinleşiyor.
ŞİÖ, BRICS gibi oluşumlar bunu teşvik eden târihsel pratikler olarak temâyüz ediyor. Doğrusu artık adım adım ABD Hegemonyasının sonuna doğru gidiyoruz. ABD ,Çin’in yükselişine ekonomik ve siyâsî olarak cevap veremiyor. Trump’ın uyguladığı gümrük tedbirleri nâfile gayretlerden ibâret kalıyor ve ABD’yi daha da zora sokan çıktılar veriyor. ABD’nin akıl almaz bir sûrette Hindistan’a karşı yürürlüğe soktuğu gümrük târifeleri bunun son misâli. Kaş yapayım derken göz çıkarmak gibi bir şey oldu bu. Pekiyi ABD açısından durumu kabûl etmek kolay mı? Elbette değil. Elinde ,ya herro ya merro diyerek Çin ile askerî olarak kozunu paylaşmaktan başka bir çâre kalmıyor. Yâni hızla III.Umûmî Harbe doğru yol alıyoruz.
Gelelim madalyonun arka yüzüne..ŞİÖ’nün, dünyâyı yıldırmış olan ABD mezâliminden kurtuluş için bir umut olduğunu iddia eden bir bakışın giderek daha baskın hâle geldiğine şâhit oluyorum.
“Ayı”, “Ejderha” ve “Fil”in dansı
daha âdil bir dünyâyı mümkün kılabilir mi? Maddî olarak bu güçler arasında daha pekişmiş olanı “Ayı” ile “Fil”in ilişkisi. Bu iki güç ile “Ejderha” arasında derin çelişkiler var. Bunların aşılması ve “Kartal” a karşı tutarlı bir ittifâka dönüşmesi asla kolay değil. Nihâî tahlilde unutmayalım ki ne “Ayı” ne de “Fil” Batı’dan kopmak niyetinde. Arada, “Ayı” ile derin târihsel bağları olan ; ama eş anlı olarak “Ejderha” ve “Kartal” ile dans eden bir “Bozkurt” gerçekliliği var. (Türkiye’yi sürece yakın tutan âmil de bu). Pakistan ile flört eden ve “Fil”e mesâfeli bir Âzerbaycan var. Ama aynı Âzerbaycan ,İsrâil noktasında “Fil” ile aynı safta..Hâsılı,
çok katmanlı ve çelişkili bir ilişkiler yumağıyla
karşı karşıyayız. Dönemsel yakınlıklar istikbâli garanti etmiyor. Onun için heyecâna kapılıp aşırı beklentiler geliştirmemek gerekiyor.
Ama en vahimi,
ŞİÖ bağlamında pivot gücün Ejderha
olduğunu unutmamak gerekiyor. ŞİÖ’ne hâkim olan söylemin
çok kutupluluk, karşılıklı faydaya dayalı, daha eşitlikçi, hakkâniyetli , daha âdil bir dünyâ
olduğuna şâhit oluyoruz. Bunun Çin’in bugüne kadar sergilediği küresel siyâsetlerle uzaktan yakından bir alâkası olmadığını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Çin ‘in târihsel pratiği
dünyâya set çekmekten başka bir şey olmadığını
ve Çin ve Çinlilik hâricinde başka bir dünyâya asla inanmadıklarını ortaya koyuyor. Bugüne kadar nereye girdiyse, oraya en acımasız sûrette çökmediği tek bir istisna yok. İsmiyle müsemmâ; bir ejderha’dan bahsediyoruz. Aklı başında bir ekonomistin, Çin ile kurulacak bir ilişkinin
ekonomik soykırımdan başka bir şey olmadığını
söylediğini hatırlıyorum.
Şu aralar Çin, Türkiye’ye de yakınlaşma yolunda adımlar atıyor. Çok dikkat etmek gerekiyor…Yağmurdan kaçarken doluya tutulmayalım….


