Baba mı? O da kim? İsmail Kılıçarslan
Yenisafak sayfasından alınan bilgilere göre, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
Bu aralar Diyanet İşleri Başkanlığı’nın cuma hutbeleri gerçekten gündemin tam ortasından ve dişe dokunur cümlelerle, önerilerle devam ediyor yoluna. Dolayısıyla önce bir tebrik Diyanet’e.
Hoca hutbede “Baba, otoritesiyle ve disipliniyle çocuğun ihtiyaç duyduğu bir figürdür” deyince hüzünle gülümsediğim doğrudur. Artık baba mı var ki otoritesi ve disiplini olsun? Artık anne mi var ki şefkati ve merhameti olsun?
Aslında bu hususta manşeti birkaç yıl önce Ersin Çelik atmıştı: “Artık çocuklarımızın ebeveynleri biz değiliz. Dijital hayat çocuklarımızı evlat edindi.”
Baba merkezli aileden önce “eşitlikçi aile” konseptine, ardından anne merkezli aileye, ardından çocuk merkezli aileye gelindi malum. Şimdi de “aile olmayan aile” konseptine son sürat ilerliyoruz.
“Evlerimizi yuva değil otel olarak kullanıyor, aslında pek de iyi tanımadığımız bazı bireylerle bir arada yaşayıp gidiyoruz” demişti bir arkadaşım. Pek de haksız sayılmaz bence. Bazı anne- babalar, çocuklarını dijital uygulamaların algoritmaları kadar bile tanımıyor artık. Çocuklarsa zaten babasını, annesini, kardeşlerini tanımak için asla uğraş vermiyor.
Öve öve öküz ettiğimiz Z kuşağı, hiçbir gerçek otoritenin bağlayıcılığını kabule yanaşmadan, kendi hayatını merkezileştirmenin dışında hiçbir merkezileşme tanımadan yaşıyor gibi geliyor bana. İnşallah yanılıyorumdur ama artık çocuklar için anne ya da baba merkezi bir konumda değil. Bu gidişle de anne ve babanın itibarı, prestiji, ağırlığı geri gelmeyecek.
Güya “kendi travmalarını çocuklarına yaşatmamak” odaklı bir çocuk gelişimine inanarak vakit geçiren yeni nesil ebeveynlik, karanlık bir mağarada, gözleri bağlı halde çıkışı aramakla vakit geçiriyor. Daha doğrusu vakit kaybediyor.
Dahası “travma” dediğimiz şeyin tanımı öyle değişip dönüştü ki artık hemen her olay “travmatik” olarak tanımlanabiliyor.
Şimdi bana kızacaksınız ama “insan olmak ve insan kalmak için gereken direnç” hayattan bütünüyle çekildi gibi geliyor bana. O direnci kaybetmek de ya çok koyu bir şiddet ya da çok koyu bir dayanıksızlık olarak geri dönüyor herkese.
Okullarımızda “akran zorbalığı” dediğimiz gerçeklik de bununla ilgili, babasının prensesi, annesinin prensi dediğimiz dayanıksız gençler de bununla ilgili gibi geliyor bana.
O acı gülümsemeye döneyim. Baba, artık ailesi ve çocukları üzerinde söz sahibi olan otoriter ve disiplinli bir figür olarak tanımlanmıyor. Oysa bilinen gerçektir. Çocuklar sosyal oryantasyonlarını, hayat karşısında alacakları pozisyonunu babalarına bakarak belirlerler.
Artık basmakalıp bile olmayan şekilde “özgür yetiştirme”, “bağımsız gelişim”, “çocuğunuz ne yapmak istiyorsa, kim olmak istiyorsa” falan gibi hikayelerin sonuna gelsek iyi olacak.
“Gelebilir miyiz?” diye soracak olursanız o başka mesele. Hele ikisi de çalışan ebeveynlerin işlettiği telafi mekanizması ve çocuklarının kim olduğunu ya da kime dönüştüğünü asla bilemiyor oluşları bu geri dönüşü imkansıza yakın hale getiriyor.
“Ailede kim kimdir?” tanımı yapılamıyor artık. Kaldı ki “aile nedir?” sorusunun cevabı da aşırı tehlikeli şekilde “aile, aile olarak hissettiğindir” cümlesine evrildi.
Erkek çocuğuyken kız çocuğu gibi gezen Desmond’a “ailen senin yaptıklarını onaylamıyorsa kendine yeni bir aile bulabilirsin” dedirten düzeneğin korkunçluğu her şeyin sonunu getirmek istiyor.
Dahası merkez Avrupa’da kerli ferli feministlerin “her şeyi kaçırdık. Kadın hakları mücadelesi vereceğiz diye aşkı, aileyi, çocuk sahibi olmayı ıskaladık” açıklamaları bile bize bir şey öğretemiyor.
Kadının kadın, erkeğin erkek, çocuğun çocuk, annenin anne, babanın baba olduğu ve bu rollerin yer değiştirmediği bir dünya kurabilir miyiz? O gücü bulabilir miyiz kendimizde? Sanmıyorum. Ancak mücadeleden vazgeçmememiz gerektiğini çok iyi biliyorum.


