Bize ait boşluğu mânâ ile doldurabilmek Yeni Şafak Kitap Eki Haberleri
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak haber veriyor.
SALİH ZEKİ MERİÇ
İnsan yaşarken bir tecrübe veya bir hikâye biriktirmeden yaşayamaz. Her birimiz ortaya koyduğumuz hayatımızla bir diğerimizin sevinci veya kederi olabiliyoruz. Yaşadığımız veya yaşattığımız her hâdise, hayat dediğimiz o devâsa hakîkatin içinde boş bulduğu yere ekleniyor ve birimizin hikâyesi olarak orada duruyor. Birimizin hikâyesi aslında hepimizin hikâyesi haline gelebiliyor. Yeni gelenler önden gidenlerin hayatlarını belli anlatı tarzları ile naklediyor, böylece belli yönleri ile insan davranışlarını etkileyen veya belirleyen hikâyeler, anekdotlar veya kıssalar ortaya çıkıyor.
Hikâye, insanın varlığından beri vardır. Denilebilir ki insan neslinin düşünce kodları belli hâdiseler yani belli hikâyeler üzerine bina edilmiştir. Elbette hikâye, olmayan, yaşanmayan olaylar olarak değerlendirilmemelidir. İlâhi kitaplarda anlatılan ve birçok ibret barındıran, önceki milletlerin yaşadıkları olaylar da vahiy diliyle hikâye edilerek anlatılır. Anlatılır ki, sonradan gelenler bu olaylardan ibret alsınlar. Yani hikâye bir bakıma bir eğitim aracıdır.
Kültürümüzün temelinde baskın bir şekilde var olan hikâye anlatıcılığı, yazılı edebiyatın henüz bu denli gelişmediği bir dönemde sosyolojiyi etkileyen ve toplulukları yönlendiren bir mâhiyete sahipti. Sözlü edebiyat geliştikten sonra da hikâyenin etkileyiciliği ve zihinlerde kalıcılığı devam etmiştir. Çünkü insan zihni ve algısı hikâye edilerek anlatılan olayları daha çabuk kavramakta ve onlardan daha fazla etkilenmektedir.
HER HİKAYE BİR İSTİKAMETİ GÖSTERİR
Yazar ve akademisyen M. Lütfi Arslan’ın Âşina Kitap’tan çıkan, ‘Bana Hikâye Anlat’ isimli eseri, insanlık tarihinin ölmez anlatı unsurlarından olan hikâyeyi tekrar gündemimize getiriyor. Hikâyeyi gündemimize getirmekle kalmıyor bu hikâyeler vasıtası ile okuyucuya bir istikâmet gösteriyor; iyinin ve güzelin istikâmetini. Dimağını ve gözlerini ışıklı ekranlardan ayırmakta zorlanan yeni nesil insan türüne bir kere daha geçmişin o kadim geleneğini ve onun gizemli yüzünü hatırlatıyor. Âdeta uykusuna dalmak isteyen bir çocuğun, annesinin ağzından efsunlu bir fısıltıyla dökülen, tarihin içinden gelen hikâyeler gibi okuyucuyu kitabın içine çekiyor.
Kitap, kısa ama öz yaklaşık doksan hikâyeden meydana geliyor. Her bir bölüme salt hikâye demek te doğru olmaz. Zira zaman zaman Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in o güzel hayatından tabloları da kitabın üslubuna uygun bir şekilde hikâye ederek okuyucuya sunuyor. En güzel tarafı ise kitabı okurken olayların size bir yaşanmışlık hissi vermesi, içinde âfâki ve kurgu olayların olmama duygusu ve aynı zamanda sanki yanı başınızda yaşanmış olaylar olduğu izlenimini vermesidir. Herhalde bir hikâyeyi en etkili kılan da gerçeğinden ayırt edilememesidir.
Yazarın bir akademisyen ve aynı zamanda sosyal hayatın içinde olan bir kişilik olması, öte yandan olaylara dînî perspektiften bakabilecek yetkinlikte ve felsefi bir bakış açısı geliştiriyor olması, hikâyelere ayrı bir lezzet katmış. Okuyucunun işini kolaylaştırması bakımından, her bir hikâyeden sonra bir yönerge mahiyetinde çıkarılacak dersleri de o hikâyenin bağlamından koparmadan maddeler halinde sunması, hikâyeden çıkıp hakikatin ne olduğunu görmesine yardımcı olmaktadır.
HER HİKAYE BİR ANLATIM ARAYIŞI
Yazar Lütfi Arslan, hakikati anlatmada önemli bir usul olan hikâyenin ilahi bir yöntem olmakla birlikte beşerî münasebetlerde de mühim rolünün olduğunu bu kitabın muhtevasında bize îma ediyor. Kitabın girişini de bir hikâye ile başlatan yazar hikâye içinde hikâye anlatarak okuyucunun adeta şaşkınlık yaşamasına ve kitabın diğer sayfalarında onu bekleyen daha nice sürprizlerin olduğunu anlatmaya çalışıyor. Her hikâyede âdeta bir anlam arayışına sevk eden yazar, felsefî yaklaşımları ile maddî âlemden mânevî aleme bir yolculuk yaptırıyor. Okuyucuya, hikâyelerin içinde gezinirken dünyanın, omuzlarına yüklediği birçok anlamsız yükten kurtulduğunu, kendisini daha anlamlı ve daha kıymetli hissettiriyor. Kitabın sonuna geldiğinizde içinizde tarif edemediğiniz bir hafiflik ve bir anlam bulmuşluğun yanında büyük bir döngünün en şerefli ve anlamlı unsuru olarak insan olmanın ve bu alemde yaratıcının kutlu bir eseri olmak bakımından en güzel hikâyenin baş öznesi olmanın mutluluğunu yaşıyorsunuz.
Bütün bu güzellikler karşısında şu soruyu kendinize soruyorsunuz: İnsan neden Rabbine karşı nankör davranır? Her şeyi ile insanı kuşatan, içinde sonsuz hikâyeler barındıran bu varlık âleminde insan nedene kendi hikâyesini Rabbinin isteğine göre yazmaz? Ve neden insan iyi ile kötünün arasındaki o belirgin çizgiyi görmez de nefsî istekleri doğrultusunda beyhûde bir şekilde koşar?
Yazarın, kitapta yazdığı ibret dolu hikâyelerini üzerine bina ettiği temel felsefesini anlamak bakımından kitabın giriş bölümünün ilk cümleleri de yine bir hikâyeden oluşuyor. Kitaba dikkatlerimizin çekilmesi ve daha iyi anlaşılması bakımından bu güzel hikâyeyi buraya alıyoruz:
‘‘Sanatının ustası yaşlı bir hikâye anlatıcısı vardı. Gün biterken, midesindeki açlık ve bedenindeki ağrıya bakarak, o akşam dinlenebileceği bir yer ve daha da önemlisi yiyecek bir şeyler bulması gerektiğini düşündü. Tepenin eteğinde bir kılıç okulu vardı. O eski günlerde gelenek, öğrencilerden biriyle tahta kılıçlar kullanarak düello yaparak gece için bir yemek ve konaklama kazanmaktı.
Yaşlı adam düşünceli bir şekilde okulun kapısına yürüyüp kapıyı çaldı. Genç bir kılıç ustası kapıyı açtı: “Amcacığım, senin için ne yapabilirim?”
Yaşlı adam gülümsedi: “Bu okulun ustasına meydan okumak için buradayım.”
Genç adam güldü: “Amcacığım, neden birinci sınıftaki öğrencilerimizden birine meydan okumuyorsun?”
– Hayır, ustaya meydan okumak için buradayım.
– İkinci sınıftaki öğrencilerimizden birine meydan okusan keşke?
– Hayır, ustayla düelloda buluşmak konusunda ısrar ediyorum.
Yaşlı adam eğitim salonuna getirildi. Öğrencilerin hepsi öğretmenlerine meydan okuyan bu zayıf, yaşlı hikâye anlatıcısını biraz merak biraz da acıma duygusu ile izliyordu. Ustaya meydan okumak, çelikten kılıçla düello yapmak demekti. Bunun anlamı açıktı: Ölüm.
Birazdan usta geldi. Yanında uzun kılıcı vardı. Öğrencilerinden birine, yaşlı hikâye anlatıcısına bir kılıç uzatması için işaret etti. Hikâyeci kılıcı aldı ve önüne koydu. Usta,
“Meydan okumanızı kabul ediyorum. Lütfen silahınızı alın ve başlayalım” dedi. Kılıç ustası yavaşça kılıcını çekip hamle yapmaya hazırlanırken yaşlı adam konuşmaya başladı:
“Bir zamanlar, görkemli bir dağın eteğinde güzel bir derenin yakınında küçük bir köy, köyün sonunda ise yaşlı bir adamın yaşadığı bir kulübe vardı. Yaşlı adam her gün dereye gider ve balıkların ona seyahat ettikleri yerleri, gördükleri insanları ve yolculukları sırasında duydukları hikâyeleri anlatışını dinlerdi. Sonra köyüne döner ve sabah çaylarını içerken arkadaşlarına işittiği hikâyeleri anlatırdı...”
Yaşlı hikâyeci konuşurken, usta kılıcını indirdi ve eğildi:
“Beni yendiniz.”
Öğrenciler şaşırmıştı. İhtiyar nasıl kazanabilirdi? Bir darbe bile vurmamış, kılıcı eline bile almamıştı. Usta onlara baktı ve gülümsedi. “Size kaç kez savaşta kazanmak için şimdiki zamanda durmanız gerektiğini, anda kalmanız gerektiğini söyledim. Bu adam beni çok uzak ve çok eski bir yere götürdü. Beni istediği zaman öldürebilirdi.”
BOŞLUKLARI ANLAM İLE DOLDURMAK
Sonuç olarak insan, anlam yüklü bir hayatın en anlamı parçasıdır. Tek başına ifade ettiği mânâ ile güzel bir hikâyenin parçası olduğunda ifade ettiği anlam birbirinden farklıdır. Belki hayatın en güzel ve anlamlı gayelerinden biri de zaman tünelini geçerken arkada iyi ve boşluğu anlamlı bir şekilde doldurabilmektir.
Güzel hikâyelerin en güzel anında en güzeli bulma gayreti içinde olmak dileği ile…
Okuru bol bahtı açık olsun…


