Kalemiyle büyüten babalar Yeni Şafak Kitap Eki Haberleri
Yenisafak sayfasından alınan bilgilere göre, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
Edebiyatımızda baba figürü, çoğu zaman ailenin temel direği, hayatın ağırlığını omuzlarında taşıyan güçlü bir karakter olarak işlenir. Yaprak Dökümü’nde Ali Rıza Bey gibi onurlu ve ilkeli duruşuyla ailesine yol gösteren babalar, yalnızca kendi evlatlarına değil, topluma da ahlaki bir model sunar. Orhan Kemal’in Baba Evi romanındaki Baba Ethem, yoksullukla mücadele ederken ailesini bir arada tutmaya çalışan güçlü bir baba portresi çizer. Rasim Özdenören’in metinlerinde baba, sessizliğiyle bile çevresine güven veren bir sığınaktır; Cahit Zarifoğlu’nun satırlarında ise hem koruyan hem de ruhen büyüten bir rehber. Peki, tüm bu kurguların, karakterlerin ardında edebiyatımızda kalemi elinde tutan “baba” yazarlarımız evde, aile sofrasında, gece evladının başucunda nasıl bir babaydı? Bu ay kitap ekimizde eserleriyle gününe ve geleceğe unutulmaz izler bırakan yazarlarımızı evlatlarıyla konuştuk. Onlara; “Babanızı bir edebi eserle tanımlamak isteseniz bu hangisi olurdu?”, “Çocukken size okuduğu bir kitap veya anlattığı bir hikâye var mıydı?”, “Evde babanız yazarken oluşan bir rutin var mıydı?”, “Sizce babanızın kelimelerle en iyi anlattığı duygu hangisi?”, “Sizce babanızın yazdığı kitaplardaki karakterlere benzer yanları var mı?”, “Babanızın hiç yayımlamadığı ama sizin okuduğu bir eseri var mı?”, “Babanızın eserlerini okurken onunla ilgili keşfettiğiniz şeyler oldu mu?” ve “Babanızın verdiği, unutamadığınız bir öğüdü var mı?” sorularını yönelttik. Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali, Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü, Cemil Meriç’in kızı Ümit Meriç, Metin And’ın kızı Esra And, Mehmet Akif İnan’ın kızı Banu İnan, Cahit Zarifoğlu’nun oğlu Ahmet Zarifoğlu, Erdem Bayazıt’ın oğlu Ökkeş Bayazıt ve Rasim Özdenören’ın kızı Merve İlter Özdenören dosyamıza katılarak bize kitaplarıyla aşina olduğumuz birbirinden değerli sekiz yazarımızın baba olarak evlerindeki portrelerini anlattılar.
Bir ömürlük öğütler
Filiz Ali, babası Sabahattin Ali’nin kendisine hayatı, doğayı, insanları, sanatı severek yaşamayı öğrettiğini ifade ederken Cemil Meriç’in yıllarca çalışmalarına eşlik ederek adeta gören gözü olan kızı Ümit Meriç, babasının sürekli ve değişmez öğüdünün “Oku Ümit!, Yaz Ümit!” olduğunu anlatıyor. Işık Öğütçü ise babası Orhan Kemal’in eserlerini okuyarak onu ve hayatını daha iyi anladığını söylüyor ve “Mücadelesini, sessizlerin sesi olarak her türlü bedeli ödeyerek halkın derdini, daha iyi yaşaması için kalemiyle savaşan iyi yürek bir insanı keşfettim” diyor. Metin And’ın kızı Esra And, babasının eserlerinde ipuçları üzerinde titizlikle ilerleyen bir dedektif gibi çalıştığını ifade ediyor ve “Tutku, merak ve azim. Bu üç kelimenin bu kadar farklı alanda, çok eser üretmesinin anahtarları olduğunu düşünüyorum” diye anlatıyor. Babası Erdem Bayazıt’ın evlatlarına daima hata payı bıraktığından bahseden Ökkeş Bayazıt, onlara “Ben bir baba olarak seni izlerim; ancak uçurumun kenarına gelirsen düşmemen için hemen elinden tutarım. Ancak böyle tecrübe kazanır, büyüyebilirsin” dediğini aktarıyor. Ahmet Zarifoğlu, “Yatağımıza uzandığımızda başucumuza oturur ve kendi kurguladığı masalları anlatmaya başlardı. Sesi yumuşak, anlatımı huzur vericiydi” diye anlattığı Cahit Zarifoğlu’nun zaman zaman masalın devamını onlara sorduğunu, düşünmeyi ve hayal etmeyi desteklediğini söylüyor. Vefat ettiğinde henüz yedi yaşında olduğu için, çoğu zaman babasını eserleri aracılığıyla tanımaya çalıştığını da sözlerine ekliyor. Babası Mehmet Akif İnan’ın doğuştan şair ruhlu olduğunu ifade eden Banu İnan, “Onun şiirleri kendisini anlatır. Aynı zamanda nesir yazılarında da dünyada zulüm gören tüm müslümanların acısını yüreğinde hissetmiştir” diyor. Son olarak babası Rasim Özdenören’in daktilo ile yazdığı yıllarda yazılarını ilk okuyan kişi olma şansını elde ettiğini anlatan Merve İlter Özdenören, “Özellikle vefatından sonra babamın eserlerini tekrar tekrar okumak onun daha önce idrak ettiğimden daha da derin bir mütefekkir olduğunu düşündürdü bana” şeklinde konuşuyor.

Sorularım yanıtlarını kitaplarında buldum
Işık Öğütçü - Orhan Kemal
Yazdığı pek çok eserde kendisinden esintiler vardır. Ama en çok otobiyografik romanları olan Baba Evi-Avare Yıllar, Cemile, Dünya Evi, Arkadaş Islıkları olarak tanımlamak isterim. Ben de kendisine soramadığım soruların yanıtlarını bu kitaplarda buldum.
Hatırlamıyorum. Ancak Suat Yalaz arkadaşıydı o dönem ünlü çizgi roman Karaoğlan’ın kitaplarını bana getirirdi. Büyük zevkle okurdum. O dönemlerde çocuk olmam nedeniyle onun güzel sohbetlerine tanıklık edemedim. Tam onu anlamaya başlayacağım anda aramızdan ayrıldı. Konuşamadan, pek çok şeyi soramadan dünyadan ayrıldı.
Babam gürültülü ortam olsa bile çalışmasına devam eder, dikkati dağılmazdı. Kendisi de bunu ifade eder. Şayet eserine kapılmış gidiyorsa sürekli yazıyorsa yanında top patlasa dikkati dağılmazdı. Ama annem babamın rahatsız olmasını istemediği için bizi tembihlerdi. Odasına girmeyin, çalışırken babanızı rahatsız etmeyin, derdi. Ama küçük olmanın faydası ben kural falan tanımaz babamın yanına giderdim. Onun genel olarak çalışma temposu sabaha karşı saat 4-5’te uyanır yazmaya başlar ve saat 9-10’a kadar devam ederdi. Bu temposu hep böyleydi.
O eserlerinde insanın ekmekle mücadelesini çok samimi bir şekilde anlatır. Okur bu yürekten anlatımı her zaman sıcak bulur ve orada kendisinin yazıldığını bilerek eseri kucaklar. Ekmek mücadelesini tüm ayrıntısıyla anlatması, daima ümidin var olduğunu belirtmesi, insanı sevmesi ve ona inanması eserlerindeki en önemli duygulardır diyebilirim.
Otobiyografik romanlarında “Katip Necati” babamdır. Eskici ve Oğulları’nda olan “Topal Eskici”de zaman zaman babamı, bazen dedemi görürüm. Öykülerde bazı kahramanlar babamdır.
Okumak ne kelime daha güzel bir şey söyleyeyim. Altmış yıl önce yazdığı, gazetede tefrika ettirdiği bir değil tam üç romanını buldum. Kaybolan Romanlar ismiyle kitap olarak yayınlattım. Okuduğum zaman çok heyecanlandım. Çünkü sanki yeni yazmış bana, “Oğlum şunu bir oku!” diyor gibi onları heyecanla okudum. Çok duygulandım. Babamdan yıllar sonra bir ses duymuş gibi oldum. Okumadan önce usul usul okşadım tefrika nüshalarını. Ne güzel bir duyguydu yıllar sonra hiç kimsenin bilmediği benim keşfettiğim eseri önce ben sonra da okurların okuyacağını düşünerek nasıl bir duygu seliyle o satırlar önümden aktı anlatamam.
Hayatını daha iyi anladım. Mücedelesini, sessizlerin sesi olarak her türlü bedeli ödeyerek halkın derdini, daha iyi yaşaması için kalemiyle savaşan iyi yürek bir insanı keşfettim.

Her yerde her ortamda yazabilirdi
Filiz Ali - Sabahattin Ali
İçimizdeki Şeytan romanına benzetirim.
Dede Korkut, Nasreddin Hoca Masalları, Grimm Kardeşler, Andersen’in Masalları, Binbir Gece Masalları hepsini okurdu bana.
Babam her yerde ve her ortamda yazabilen bir yazardı.
İnsan ve doğa sevgisi. Merhamet duygusu.
Roman kahramanlarının her birine farklı nedenlerde benzerlikleri muhakkak vardı.
Babamın hiç yayımlamadığı ama benim okuduğum bir eseri yok.
Her seferinde yeni bir şeyler keşfetmek mümkün.
Hayatı, doğayı, insanları, sanatı severek yaşamayı öğretti bana.

“Oku Ümit! Yaz Ümit!”
Ümit Meriç - Cemil Meriç
Cemil Meriç’in kütüphanesinde -babasından ve amcasından gelen az sayıda kitaplarla birlikte- vefat ettiğinde 11 bin cilt kitap vardı. 11 bin kitap demek, 11 bin dost demektir. Dolayısıyla Cemil Meriç bütün bu eserlerle tanımlanabilir. Onun için bir eser değil, 11 bin ciltlik eserin her biri önemlidir. Fakat her nedense bu soru aklıma Ahmet Mithad Efendi’nin Avrupa’da Bir Cevelan adlı kitabı geldi. Onu annemle beraber, eski harflerden çok severek okuduklarını hatırlıyorum. Kitaplarda kendimizden bir şey bulmasak onları zaten okumayız. Elektronik medyanın kütüphanelere rakip olduğu doğrultusundaki yaygın kanaate de çok itibar etmiyorum. Gerçekten de bir elektrikli aletin ekranında okunan bir eser ile elinizde tutarak koltuğunuza otururken, abajur ışığı altında sayfalarını çevirdiğiniz bir eser, ruhunuzda aynı derinliği bence yaratmaz. O bakımdan elbette ki elektronik medyanın fikir ve edebiyat açısından çok büyük katkıları olduğuna inanıyorum ama elektronik medya bir kütüphanenin rakibi olamaz. Dolayısıyla buzdolabı alınan, çamaşır makinası alınan her evde en azından mutlaka bir duvarda bir kitaplık olmalı. O kitaplık raflarının okurlarını en iyi şekilde ifşa eden kitaplarla dolu olmasını temenni ediyorum.
Çok küçük yaşta, ilkokul birinci veya ikinci sınıftaydım bir yılbaşı gecesi dayımın Cihangir’deki evinden dönerken Kabataş’tan arabalı vapura binmiştik. Pardösüsünün cebinden -geniş bir iç cebi vardı- Orhan Veli çevirisi La Fontaine’in fabllarını çıkardı. İki küçük ciltten oluşuyordu. O yolculukta beraberce bu fablları okuduğumuzu hatırlıyorum. Onun dışında bize aldığı kitaplar vardı, onların hepsini okumamızı isterdi biz de okurduk. Bir çocuk kütüphanem vardı.
Evimiz o sırada bir mabet kadar sessiz olmalıydı. Cemil Meriç’in çalışmasının en ufak bir ses ya da hareketle bozulmaması gerektiğini hepimiz bilirdik. Bir tek annem kapısını çalar, -gözlerinin gördüğü dönemde, benim hatırladığım kadarıyla- kahvesini içeriye götürür yazıhanenin üzerine koyar ve sessizce çekilirdi. Dolayısıyla bir entelektüelin çalışmasına azmi derecede dikkat edilirdi ve bu dikkat annem tarafından bizlere de telkin edilmişti.
nCemil Meriç, heyecan dolu bir insandı. dolayısıyla onu “heyecan” kelimesiyle tavsif etmek mümkündür. Yeni bir kitap aldığı, okuduğu zaman çok heyecanlanır ve sevinirdi. Yeni bir yazı yazdığı zaman yine çok heyecanlanır ve sevinirdi.
Bir romancı değil Cemil Meriç, o açıdan kitaplarındaki karakterlerden kasıt tercüme ettiği ya da okuyup hakkında yazı yazdığı büyük şahsiyetler olabilir. Babam, “Her bahar Balzac’la beraber yeniden doğarım” diyordu. Balzac’ı çok seviyor, belki bir manada onun çektiği sıkıntılarla benzer sıkıntılar çektiği için kendisini zaman zaman özdeşleştirmiş olabilir. Diğer kendi dünyamızdan bir düşünür olarak kim olabilir diye düşünürsek, az önce bahsi geçen Ahmet Mithad Efendi ile özdeşleştirilebilir. İslam dünyasından da Ali Şerîatî ile özdeşleşebilir çünkü hayatları ve fikir serencamları birbirleriyle benzer. Her ikisi de Fransız dünyasına aşinadır, her ikisi de İslamiyet’e saygılıdır, Batı’ya gitmekle kendi irfanından kopmamış bir insan örneği olarak Ali Şerîatî’yi ona bir ruh dostu bir alterego olarak gösterebiliriz.
Şu sıralarda Cemil Meriç’in yazıhanesinin gözlerinden, kütüphanesinin raflarından basılmamış olan bütün çalışmalarımı çıkardık ve onların dijitalize olmasını sağladık. Bütün ömrüm boyunca babamla çalışmış olmama rağmen beni çok tatlı bir sürprizin beklediğine şahit oldum. 1942 yılında annemle evlendikten sonra Elazığ Lisesi’ne stajyer öğretmen olarak gittiğinde henüz annem Elazığ’a gelmeden ona yazmış olduğu mektuplar çıktı. Bunları daha önce hiç okumamıştım hatta daha önce bahsetmemişlerdi bile. Bu benim için çok hoş bir sürpriz oldu. İnşallah yakında Cemil Meriç’in 12 ciltlik külliyatına yeni bir kitap daha ekleniyor: İlk Yazılar ve Şiirler ve Fevziye’me Mektuplar. Biz okuduk, inşallah okurlar da seven bir erkeğin eşine yolladığı bu güzelim mektupları okuyarak yeni bir Cemil Meriç’le karşılaşacaklar. Bu arada bu evrak-ı metruke diyemem çünkü evrakı terk etmedik, değerlendiriyoruz. Arada Cemil Meriç’in basılmamış pek çok tercümesi de çıktı. Mesela bunlardan bir tanesi beraber başlayıp, çalıştığımız Rousseau’nun Emile tercümesiydi. Tercüme etmiştik fakat hiçbir yerde basılmadı.
Babamı sonradan keşfetmedim çünkü hep onunla beraberdim. Dolayısıyla onunla beraber olduğum hayat süremde tabi ki bir insan bir insanı ne kadar anlayabilir? En yakınımızdakini bile ne kadar keşfedebiliriz? Ama samimiyetle söylemek isterim ki jurnallerde kendisini açıklayan Cemil Meriç’i onları daktiloda yazan bazen ben de olduğum halde bilmediğim bir Cemil Meriç’i o satırlardan keşfettiğim olmuştur.
Babamın bana en çok hitap ettiği ve binlerce kez söylediği iki kelime var: “Oku, Ümit” ve “Yaz, Ümit” Ben de hayatım boyunca okudum ve yazmaya gayret ediyorum. Bu şekilde inşallah baba-kız olarak Rabbimin lütfettiği bu güzel şartlar altında edindiğimiz bilgileri insanımızla paylaşmaya gayret ediyoruz. Bizim hayatımızın anlamı bu; öğrenmek ve öğretmek.

Çalışmalarına hayranlığım baba-kız ilişkisinin ötesinde
Esra And - Metin And
Edebi eser değil ama ben onu Agatha Cristie’nin Hercule Poirot’su veya Sherlock Holmes’e benzetiyorum. Araştırdığı bir konuyla ilgili ipucunun peşini bırakmaması, o ipucunun peşinden tutkuyla giderek konuyu en ince detayına kadar araştırması, bulduğu sonuçları bir araya getirmesi, tam bir dedektif titizliğinde çalışması bana bu iki karakteri hatırlatıyor.
Babam çok yoğun çalışırdı. Haftanın birkaç gecesi annemle beraber mutlaka elçiliklerdeki yemeklere katılırlar veya tiyatro, bale, opera gösterimlerine giderlerdi. Üniversitedeki dersleri, seyahatleri, kongreleri derken çok fazla baş başa kalma imkânımız olmazdı. Kitap okuma ve hikâye anlatma daha çok annemin işiydi diyebilirim.
Bir konu veya yazı üzerinde çalışırken evde uzun uzun yürür, yürürken sigara içer, kütüphanesinden kitapları karıştırır, sonra daktilosunun başına geçerdi. Gece çalışmayı severdi. Mutlaka bir klasik müzik çalardı veya televizyon açık olurdu. Telefon veya kapının çalması gibi dikkatini dağıtacak durumları hiç sevmezdi. Beni arayan arkadaşlarımın yüzlerine çok telefon kapatmışlığı vardır. Onlar da bu duruma alışmışlardı, “Metin Amca çalışırken aradık yine” derlerdi.
Yazılarına ve kitaplarına baktığımda aklıma ilk gelen kelimeler; tutku, merak ve azim. Bu üç kelimenin bu kadar farklı alanda, çok eser üretmesinin anahtarları olduğunu düşünüyorum.
Babamın kitapları edebi eser olmadığı için bir kahramandan bahsetmek de mümkün değil doğal olarak. Ama bu sorunun cevabını ilk sorunuza bağlayabilirim. Kendi yarattığı bir karakter değil ama çalışma disiplini açısından bir dedektife benzetiyorum.
Evet var. Çocukluğundan son ana kadar hiç vazgeçmediği tek tutkusu illüzyon sanatı olmuştur. Bu konuda vefatından önce yazmaya başladığı ancak tamamlayamadığı Sihirbazların İzinde adlı bir kitabı var. Kitabın 2 bölümü eksik kalmış ama biz Yapı Kredi Yayınları ile kitabı mutlaka basmak istiyoruz. Arşivde fotoğraflarını toparlamaya çalışırken kitabın tamamını da okumuş oldum.
Vefatından sonra arşivini ve çalışmalarını düzenlemeye başladım. Ve bu süreç benim baba Metin And’ın dışında Profesör Metin And’ı keşfetmemi sağladı. Kitapları dışında 1.500 civarında çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan yazıları ve makalelerini düzenliyorum, tarıyorum ve dijital ortama aktarıyorum. Bu kadar farklı alanda bu kadar çok yazıyı gözümüzün önünde nasıl yazmış, konuları nasıl araştırmış hayretler içindeyim. Yazılarını okurken zaman içerisinde yazı gelişimini, dili kullanış biçimindeki değişiklikleri görüyorum. Bana çok mutluluk veren, hayretlere düşüren, hayranlığımı baba-kız ilişkisi ötesine taşıyan bir süreç bu.
Bana mutlaka bir spor dalıyla uğraşmamı ve arkadaşlıklara çok önem vermemi altını çizerek öğütlemiştir. Ben de ortaokul yıllarından üniversiteye uzanan süreçte hem kulüp hem de okul takımlarında lisanslı voleybol oynadım. Arkadaşlarımla uzun, kalıcı ve sağlam temelli ilişkiler kurmaya çalıştım hep.

Babamızı elinde kitapla tanıdık
Ökkeş Bayazıt - Erdem Bayazıt
Babamın şiirlerindeki mücadeleci, isyankâr ve manevi derinlik arayan üslup, Türk edebiyatında Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf romanındaki Yusuf karakteriyle bir ölçüde benzeşebilir. Yusuf, haksızlığa karşı duran, içsel bir arayış içinde olan ve toplumsal düzene karşı mücadele eden bir karakterdir; bu özellikler, babamın şiirlerindeki başkaldırı ve manevi arayış temalarıyla örtüşebilir.
Sorduğumuz sorulara çoğu zaman direkt cevap vermez, “Hadi ilmihalden beraber bakalım” derdi. Sanırım böylece bizlere kitapları kaynak almamızı aşılamak ister, Kur’an ve sünnet üzere yaşamamızı öğütlerdi. Dostoyevski sanırım en sevdiği yazarlardan biriydi. Her bir eserini birçok kez okuduğuna şahidiz. Bir gün Meral ablam ona daha kaç kez aynı kitabı okuyacaksın diye takıldığında “Sen İnek Şaban filmlerini kaç kez izleyeceksin?” diye muzip bir tavırla kahkaha atarak elindeki eseri her okuduğunda onun farklı bir yönünü keşfettiğini söylemiş. Biz babamızı hep elinde kitaplarla tanıdık. Büyük bir kütüphanesi vardı ve sık sık kitap tavsiyesi verirdi.
Babam bir dönem çeşitli gazete ve dergilere köşe yazıları yazmış. Ablalarımla konuştuğumuzda hep anlatır, yazı yazmayı iğne ile kuyu kazmaya benzetirmiş. O yıllarda tabi bilgisayar yok, yazılarını daktilo ile yazarmış. Yazılarını düzeltmek ve ekleme yapmak bugünkü kadar rahat değilmiş. Yazısını tamamlarken sanırım en çok da bu yüzden etrafında onlarca buruşturulmuş kağıt olurmuş. Sanırım sessiz bir ortam ve memuriyetten kalan zamanlarda yazmak zorunda olduğu için de çoğu zaman gece geç saatlerde yazılarını tamamlarmış. Ablamlar daktilonun tuş seslerini ninni edinmişler adeta. Şiirleri üzerinde de çok çalıştığını, defalarca üzerinden geçerek son haline getirdiğini kendisi ile yapılan röportajlarda okumuştum.
Haksızlığa isyan, direnme ve en çok da umudunu kaybetmeme. Destansı bir hitap…
Babam, Türk edebiyatında daha çok şair kimliğiyle tanınır ve eserleri genellikle şiir türünde yoğunlaşmıştır. Roman ya da hikâye gibi düzyazı eserleri yazmamıştır, dolayısıyla kendi yazdığı kitaplarda kurgusal karakterler bulunmaz. Bu nedenle babamın eserlerindeki bir karakterle benzerlik kurmak yerine onun şiirlerindeki tematik unsurları, ruh halini ve dünya görüşünü kendi kişiliğiyle ya da şiirlerindeki anlatıcı sesle karşılaştırmak daha doğru olur.
Üsküdar Risalesi… O hayattayken yayınlanmadı. Kendi el yazısı ile yazdığı ve üzerinde karalamaları bulunan son hali daha sonra yayınlandı.
Kendi adıma, babamın şiirlerinin sadece estetik bir deneyim sunmadığını, aynı zamanda okuyanı kendi iç dünyasında bir yolculuğa çıkardığını ve toplumsal meseleler üzerine düşünmeye sevk ettiğini düşünüyorum. Babamın şiirlerinde manevi ve İslami derinlik, bir başkaldırı ve adalet arayışı, doğa ve toprakla kurulan bağ ve bunların yanında sade ama güçlü bir dil kullanıldığı kanaatindeyim.
Her işini kendi yapardı. “Kurdun ensesi, kendi işini kendi yaptığı için kalındır” derdi. Merhamet ve hoşgörü en çok onda vücut bulurdu. Birini çaresiz görürse mutlaka maddi manevi elinden geleni yapardı. Bir de “Herkes kendi hataları ile büyür, hepiniz hata yapabilirsiniz” derdi. Ablam bir hata yapıp zor durumda kaldığında uzun bir süre sessiz kalıp izlemiş. Bıçak kemiğe dayandığında yanına gidip durumu çözmüş. Ablam da sitem etmiş: “Neden biliyordun da çok daha önce ikaz etmedin, kızmadın, beni durdurmadın” demiş. O da ilk günden beri olayı takip ettiğini ancak gerçekten bir ders çıkarması için beklediğini söylemiş. “Ben bir baba olarak seni izlerim; ancak uçurumun kenarına gelirsen düşmemen için hemen elinden tutarım. Ancak böyle tecrübe kazanır, büyüyebilirsin” demiş.

Şiirleriyle az sözle çok şey anlatmak istediğini düşünürüm
Banu İnan - Akif İnan
Babam doğuştan şair ruhluydu. Onun hem lirik hem de sosyal ve tasavvuf içerikli şiirleri kendisini anlatır. Aynı zamanda nesir yazılarında da dünyada zulüm gören tüm müslümanların acısını yüreğinde hissetmiştir. İslam davasını şiar edinmiştir. Babam dünyaya geliş amacımızın bilincinde sünnet üzerine yaşayan bir insandı. Nesillere İslam bilincini şuurunu yaşayarak öğretmeye çalışan, tüm insan haklarına saygı duyan ve toplum sorunlarına duyarlı bir duruşla birçok çalışmalar yürüttü. Geçmişini, öz kültürünü unutmayan gücünü köklerinden alan imanlı kültürlü bir gençlik için çok çalıştı. Odasının dört bir yanı kütüphaneye de kitaplarla doluydu ve gençliğinde günde en az 10 saat okuduğunu söylerdi. Tasavvufi, ilmihal, Mesnevi, klasik romanlarda dahil birçok geniş perspektifli kitapları vardı. Babamın derin ve içsel yolculuğunu şiirlerinde topladığını az sözle çok şeyler anlatmak istediğini düşünürüm. Bunun yanında İslam birliği, islam şuuru ve davası için ve insan hakları için yazdığı eserler ile de bir bütündür, babama sadece bir edebi eserle tanımlamak bir edebi esere sığdırmak mümkün değil. Çünkü babam eğitimci, çok iyi bir şair, yazar araştırmacı, aksiyoner, mütefekkir ve dava adamıydı. Onu duygusal aynı zamanda İslam davasını üstlenen bir eser bir değer olarak belki tanımlayabilirim.
Çocukken babam bana birçok masal okurdu Andersen’den Masallar okurdu ve uyurdum. Biraz daha büyüyünce bana birçok kitap aldı, önerilerde bulundu. Bir gün üç küçük Kur’an kabı gibi güzel kitap getirmişti. Bunlar biri Karacaoğlan biri Yunus Emre diğeri Ferhat ile Şirin kitaplarıydı. Yunus Emre’den her gün bir şiir ezberlememi ister ve teşvik amacıyla beni ödüllendirirdi. Yunus Emre’den bir şiir duyduğumda ona ait olduğunu anlayabilmemi onun için ezberlememi istemişti. Mevlana ve Yunus Emre hayranlığım böylece babam sayesinde oluştu. Daha sonra Cahit Zarifoğlu’nun çocuk kitaplarını eve getirmiş, okumamı istemişti. Babam çok yoğun olduğu için onunla geçirdiğim vakitler çok kıymetliydi o zaman verdiği öğütler belki bir hikâyenin içinde mevcuttu. Hatta torunlarına yani çocuklarıma birçok çocuk kitabı almıştı.
Babam çok yönlü yoğun bir insandı ve çok çevresi vardı. Necip Fazıl Kısakürek babamın üstadıydı. Babam edebiyatımızda Yedi Güzel Adam’dan biri olduğu için Üstat ve Yedi Güzel Adam bizim evimizde toplanır sohbetler ederlerdi. Babam aynı zamanda Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen’i kurduğu için yoğun çalışırdı. Yine de her gün yazmaya çalışırdı. Günlük yazdığı gazete ve dergi yazıları vardı. Yeni Devir Gazetesi ve son zamanlarda Yeni Şafak’ta yazıyordu. Yazı yazdığı zaman odasında daktilo seslerini duyardım aslında sessizlik isterdi. Ve yazdığı bir kelime üzerine çok düşünür mesaj yanlış gitmesin isterdi.
Babam çok iyi bir hatipti ve kelimeleri ustaca kullanırdı. İkna gücü kuvvetli çok iyi bir eğitimciydi. Şiirlerinde de az ve öz sözle çok şey anlatmıştır. Çok nadide değerli şiirleri vardır. Onun sevecen, merhametli, duygusal, cömert, olgun ve asil kişiliği ile bir baba olarak tanıdığım için şiirlerinde o derinliği buluyorum. Bir dizesinde “Bitirip şu kuru kara ekmeği göç etsem diyorum yar ellerine” der. Bu dünyaya ehemmiyet vermeyen kişiliğini anlatır. Makam mevki verildiği halde toplumsal sorunların çözümü ve İslam davası adına fiili olarak platformlarda çalıştığı dervişane örnek yaşantısını gösterir.
Babam roman-hikâye yazarı değil, deneme-nesir ve toplumsal sorunları kaleme alan bir yazar ve şairdi. Kendi örnek yaşantısıyla gençlere yol çizen yaşadıklarını yazan yazdıklarını yaşayan bir kişilikti. Lirik duygusal şiirlerinde hassas kişiliğini bulduğumuz gibi İslam’ı anlatan Mescid-i Aksa gibi şiirleri de zaten kendi derinliğini içsel yolculuğunu anlatır. Tasavvufi bir yaşantısı vardı. Birçok İslam büyüğünü örnek alırdı. Fuzuli, Nefi, hemşerisi Urfalı Nabi gibi birçok Divan edebiyatı şairlerini okurdu.Tabii ki en çok önderimiz Peygamberimizi örnek almaya çalışırdı.
Babamın hayattayken ikisi şiir, ikisi deneme 4 kitabı vardı daha sonra yazıları da derlenerek 17 kitaba erişildi. Daha da çıkacak inşallah. Babamın bir oda dolusu kitaplığı vardı onu Urfa’da açılan Mehmet Akif İnan Okulu’nun kitaplığına hibe ettik. Bazı kitapları da bizde mevcut. Yayımlamadığı birçok yazıları ve hatıraları hitabet yazıları var. İlk gençlik yıllarında aruz ölçüsüyle yazdığı şiirlerde bir kitap olarak yayınlandı. Bir de babamın vefatından önce hastalık zamanında benim sonradan duyduğum Yusuf ile Züleyha Mesnevisi yazdığı, 500’den fazla beyit yazdığı söylendi. Ama maalesef bulunamadı buna çok üzülüyorum. Bir de tasavvufi kendi intisap ettiği hocası ile ilgili şiirleri var ama onunla ilgili bir kitap çıkarmak istediğini duymuştum.
Babam çok duygusal, hassas, özverili, vefalı, cömert aynı zamanda vakur duruşlu çalışkan, lider ve asil bir kişiliği vardı. Sünnet üzerine yaşamaya çalışan dervişane bir karakterdeydi. Yazdıklarını yaşayan yaşadıklarına yazan samimi temiz ruhlu bir kişiliğe sahipti. 600 yıl dünyaya hüküm süren Osmanlı atamızı okuyup iyice anlamamızı ve gücünü kendi yerli düşüncesinden alan İslami bilinci ve kültürü olan bir gençlik yetiştirmeye çalıştı. Özellikle Din ve Uygarlık kitabının gençlere ışık tuttuğuna inanıyorum. Şiirlerinde hassas kişiliğini ustaca bir sanatla yansıttığı gibi toplumsal yaramıza parmak basan şiirleri de vardır. Babam Mescidi Aksa şiirindeki yazdığı derinliği 50 yıl önce görmüş ve İslam birliği şuuru ile birlik olunması için nesillere bir Mescid-i Aksa umudu bırakmıştır.
Babam örnek yaşantısı ile bizlere her zaman yol göstermiştir. Onunla geçirdiğimiz her an bana güzel bir hatıradır. Babamı 59 yaşında kaybettim ve onun yoğun çalışmalarından dolayı nadir zamanlarda bir araya geldiğimizde dolu dolu yaşamaya çalışırdık. Beni ve torunlarını tatile götürür arada çocuklarıma ve bana öğütler verirdi. Çocuklarımın öğretmenleri yanlış davranışlarda bulunduğu zaman babam, “Öğretmene selâmımı ilet ve dayağın eğitimsel olmadığını söyle” derdi. “İnsan kendi yaptıklarıyla kendisini sevdirmeli ve hiçbir zaman insani kredisini tüketmemeli” derdi. Gelmeyene gitmemizi büyükleri akrabaları her zaman ziyaret etmemizi sevgi, saygı vefa, birlik ve cömertlik , dostluk ve maneviyatın dürüstlüğün çalışmanın önemini kendi yaşantısında örnek olarak bizlere anlattı. Çocuk yetiştirirken onun önce eğitimine öğretimine sünnet üzerine yaşayışına manevîyatına yani insani yatırıma değer verin derdi. Babamın edebi kişiliğinin yanında insan olarak bu kadar sevilmesi anılması ve her yıl vefat yıl dönümünde dualarla hatırlanmasının onun örnek insani duruşuyla elde ettiğine inanıyorum. Gençlerin babamın eserlerini okumasını özellikle rica ediyorum. Onu seven yaşatan, anlayan, dua eden onun hakkında yazılar yazan herkesten Allah razı olsun.

Dört çocuğunun koşuşturması ortasında yazardı
Ahmet Zarifoğlu - Cahit Zarifoğlu
Bu soruya benimle birlikte pek çok kişinin aynı cevabı vereceğini düşünüyorum. Cahit Zarifoğlu okurları için biricik eser Yaşamak oluyor büyük oranda. Hem onu biraz daha yakından tanımış oluyoruz Yaşamak’ı okuyunca hem de içinde anıların, güncelerin, şiirlerin, şiirsel anlatıların bulunduğu emsalsiz bir eser okumuş oluyoruz. Şiirleri, en azından ilk dönemlerini düşündüğümüzde çok zor anlaşılan bir şair; hayatına baktığımızda ise gençlik yıllarını kendi halinde yaşamış, bohem bir hayat tarzı seçmiş, Maraş gibi kırsal bir coğrafyada büyümüş biri olarak otostopla Avrupa gezilerine çıkmış olan bu adamı daha yakından tanımış oluyorsunuz Yaşamak’la... Sık sık okuduğum bir kitap. Baştan, sondan, ortadan açıp açıp okunacak bir eser benim için. Babamın iç dünyasına, yaşam serüvenine, düşüncelerine ve dönemeçlerine samimi bir kapı aralıyor her defasında.
Bize masallar anlatırdı. Yatağımıza uzandığımızda başucumuza oturur ve kendi kurguladığı masalları anlatmaya başlardı. O anlar hayal meyal zihnimde... Sesi yumuşak, anlatımı huzur vericiydi. Kendi uydurduğu masallardı, belki de çocuk kitaplarının hikâyelerinin o akşama özgü yorumlarıydı. Betül ablamın yaşı biraz daha büyük olduğu için onunla ayrıca fikir alışverişi yaptığını hatırlıyorum. Mesela Ağaçkakanlar masalını anlatırken bir yerde durur, “Sence burası nasıl devam etsin?” veya “Sence sonu nasıl bitmeli?” diye sorarmış. Babam (tabii her baba gibi) bizi çok sevdiği için masallar onun için sadece bir anlatım biçimi değil, bizimle bir yakınlık kurma yoluydu da herhalde…
Neredeyse hiç rutini yoktu. Yazmak için özel bir zamanı veya sessiz bir köşeyi beklemezdi. Evde büyük, koyu kahverengi bir çalışma masası vardı ama ayrı bir odada değil, salondaydı bu masa. Yani evin en kalabalık, en hareketli yerinde. Biz dört çocuk etrafta koştururken, oyun oynarken hatta bazen babamın kucağına veya omzuna tırmanırken bile şikâyet etmeden yazarmış. Bütün o hareketin içinde çalışabiliyordu. Arkadaşlarından da duymuştum; eğer bir dergiye veya gazeteye yazı göndermesi gerekiyorsa, hiç beklemeden hemen o anda eline kalemi veya daktiloyu alıp bir çırpıda yazıverirmiş.
İçe yolculuk. İçsel yolculuk...
Karakter kim olursa olsun; anne, baba, çocuk hatta belki zaman zaman hayvan figürleri bile sürekli cismanî dünyadan sıyrılıp manevi bir iç yolculuğa çıkar. İçerdeki saflığa meyleder sürekli duygu anlatıları.
Hikâyeler kitabındaki Yabancılık’taki adam bence kesinlikle babam. Sevgili okuyucular alıp okuyabilir o hikâyeyi. Hayata, yalnızlığa, diğer insanlara, sanata, kadına, melankoliye, alışveriş yapma bataklığına düşmüş olan insana nasıl baktığını o karakter üzerinden çok güzel anlayabiliyoruz.
Vefat ettiğinde ben yedi yaşında olduğum için, çoğu zaman babamı eserleri aracılığıyla tanımaya çalışıyorum zaten. Kimsenin kolay kolay dikkat edemeyeceği detaylara olan bakışı ilgimi çok çekiyor. Bir fikri, bir durumu, bir hali anlatabilmek için, basit bir nesneden veya bir çocuktan örnek verir. O şeyi en saf haliyle anlatabilmek için bu tip yöntemleri çok kullanır. Kurmaca eserlerinde veya fikrî yazılarında onunla ilgili çok özellik keşfediyorum. Kendimle ilgili, kendi huyum veya mizacımla ilgili benzerlikleri yine eserlerinden keşfetmiş oluyorum bazen. Konulara, olaylara nasıl baktığını anlamış oluyorum okudukça. İçedönük, yalnızlıkla erken tanışmış bir ruh hali olduğunu anlıyorum. Derin bir gözlem yeteneği, basit ayrıntılarda anlam arayışı, romantik, ama aynı zamanda yargılayan, cesur ve çok katmanlı bir iç dünyası olduğunu görüyorum eserlerinden…

Kör Pencereler’deki anlatıcıda babamın izlerini görürüm
Merve İlter Özdenören - Rasim Özdenören
Babam pek çok konuda yazdığı ve çok sayıda eser verdiği için onu tek bir edebi eserle tanımlamak oldukça zor benim için. Aşkın Diyalektiği, babamın insan ruhuna yaklaşımını ve edebiyat anlayışını anlattığı bir eseri olarak kendisini tanımlayabilir. Ayrıca Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler ve Müslümanca Yaşamak da onun hayat amacını ortaya koyduğu eserlerin başındadır.
Babamın bize kitap okuduğunu hatırlamıyorum. Ama çok güzel masal anlatırdı. Bunun dışında anılarını anlatırdı. Babam nüktedan bir kişiliğe sahipti. Anıları, onun bu özelliği ile birleşince tadına doyulmaz sohbetler dinlemiş olurduk. Bu anılar bize okuyabileceği en güzel kitaptan daha keyifli ve daha değerliydi bizim için. Onun hayata bakışını ve en yakın arkadaşlarını hep bu sohbetler ile yakından tanımış, öğrenmiş olduk.
Babam uzun yıllar boyunca köşe yazısı yazdığı için hayatını buna göre planlamıştı. Yazı yazması, teslim etmesi gereken bir günde onu ziyarete gelen kişiler yazının bitimini beklemek durumunda kalırdı. Bu misafir, çok sevdiği torunları bile olsa... Yazılarını yazarken çok özen gösterirdi. Bizim aynı anlamda gördüğümüz kelimeler arasındaki en ince ayrımlara varıcaya kadar kelimeleri dikkatle kullanırdı. Gerekirse yeniden sözlükten bakardı. Bu titiz çalışma şeklinden asla taviz vermezdi. Yazı yazarken dış dünya ile ilişkisi neredeyse tamamen kesilirdi. Ancak ev halkını kısıtlayıcı bir tavrı olmazdı.
Belki kolaya kaçılmış bir cevap verdiğimi düşünenler olabileceği riskini göze alarak bu soruya “sevgi” diye cevap vermek istiyorum. Babam sevgiyi Aşkın Diyalektiği kitabında “Sevgi, insanı kendi nefsinden arındıran bir irade terbiyesidir” şeklinde tanımlamıştır. Bu tanımdan yola çıkarak insan severse bencillikten ve benlikten kurtulabilir. Sevgi tasavvuf inancında Allah ile kul arasındaki köprüdür. Cenab-ı Hakk’ın bütün alemleri yaratmasının sebebi de Resullullah’a olan muhabbetinden değil miydi? Allah dostlarını, sevgili peygamberimizi ve onun güzel ashabını incelediğimizde, onların her biri Allah’a duydukları sevgi ile hayatlarını düzenlemişler. Almayı değil, vermeyi seçmişler. Bu cömertlik ancak sevgi ile yaşamakla mümkün olur. Babam sevgiyi sadece kelimeleri ile değil hal dili ile de anlatırdı. Sahabe efendilerimizden bahsederken gözünden akan yaşlar onun yüreğinden taşan sevgisiydi. Babama göre, insan severse hoşgörür, hasetlik ve kıskançlık gibi kalbi yoran marazi duygulardan arınabilir. Sevgi insanı dönüştüren, varoluşunu anlamlı kılan kutsal bir duygudur. Tabii ki onun gibi anlatamasam da üzerimde babamdan kalan güzel izler bunlar.
Babamın yazdığı öykülerde aile büyüklerimizin hatta onların yaşadığı mekânın ve dönemin pek çok izleri var. Elbette kendisi ile ilgili yansımalar da olmuştur. Bu öykülerden en çok Kör Pencereler’deki anlatıcıda babamın izlerini gördüğümü düşünüyorum.
Babam bizim çocukluk ve ilk gençlik dönemimizde daktilo ile yazardı. Özellikle o zamanlar yazılarını ilk okuyan kişi olma şansını elde etmiştim. Babamın vefatından sonra notları arasında Ramazan gelirken yazdığını tahmin ettiğim, kısa bir şiiri vardı. Aslında şiir yazmazdı.
Özellikle vefatından sonra babamın eserlerini tekrar tekrar okumak onun daha önce idrak ettiğimden daha da derin bir mütefekkir olduğunu düşündürdü bana. Sanki insanlarla birlikteyken de iç dünyasında hep Allahu Teala ile rabıta halinde olduğunu hissettim. Her muhatap olduğu kişiye bu rabıtanın gereği ile yaklaştığını farkettim.
Babam bize ve kendisinden tavsiye isteyen herkese, “Ne iş yaparsanız yapın en iyisini yapın” derdi. Ona göre işin büyüğü küçüğü yoktu. Bir de insanların her birini diğerinden ayıran bir yeteneği veya özelliği olduğuna inanırdı. Kişinin kendini ifade edebileceği bu yeteneği bulup ortaya çıkarmasını ve bu yönde eserini ortaya koyması gerektiğini söylerdi. İnsanları, yediden yetmişe herkesi, can kulağı ile dinler ve her birinden istifade edebileceği yönü aldığını söylerdi. Genellikle insanlar dinleme konusunda sabırsız olduğu için babam, bunun kendisinin ayırıcı bir özelliği olduğunu düşünürdü. “Ben herkesi büyük bir dikkatle dinlerim. Çünkü herkesin anlatmak istediği ve ona göre önemli olan bir şeyleri vardır” derdi. Aslında bu yaklaşımı herkese değer vermesinden kaynaklanan onun için olağan bir durumdu. Biz de bu öğütlerini ve yaşayarak öğrettiklerini, örnek almaya çalışıyoruz.


