Dindarlığın şimdi ve tarih okuması için bir manivela olarak kullanılması Ömer Türker
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak duyuru yapıyor.
Genelde İslam dünyasında özelde Türkiye’de sıkça tartışılan meselelerden biri, dindarlık meselesidir. Dindarlık çok farklı türden tartışmalara konu oluyor. Dinden tam olarak neyi anlayacağımız ve dini nasıl yaşayacağımız soruları yani dindarlığın mahiyet ve muhtevası özellikle popüler bir konu olarak sürekli gündeme geliyor. Son yüzyılda İslam dünyasının önde gelen şahsiyetlerinin cevaplamaya çalıştığı soruların başında dinî nasların Müslümanların mevcut vaziyeti dikkate alındığında nasıl yorumlanacağı sorusu gelir desek yanlış olmaz. Neredeyse çağdaş İslam dünyasındaki tüm hareketler bir bakıma bu soruya verdikleri cevaplarla temayüz ediyorlar. Kısaca dindarlık tartışmalarının çok geniş bir bağlamı var. Bu geniş bağlamda dindarlık tartışmalarının bir kısmı, dindarlığı, İslam dünyasının şimdiki durumunu okumak için, bu okuma vasıtasıyla da tarihimizi değerlendirmek için bir manivelaya dönüştürüyor. İşin ilginç tarafı, bu tartışmanın zıt kutupları aynı kavram üzerinden birbiriyle çelişen yorumlar yapıyor.
Özetle ifade etmek gerekirse; farklı kesimleri içerecek şekilde muhafazakarlar, dinden koptuğumuz ve dindarlığı elden bıraktığımız için görkemli günleri yitirdiğimizi, Batı karşısında yenildiğimizi ve iki yüzyıldır çok derinden yaşadığımız bir “zillete” düçâr olduğumuzu iddia ediyorlar. Muhafazakarlar içinde modernist olanlar, din hakkında iyimser veya olumlu bir yaklaşımla hareket ederek dini anlama ve yorumlama biçimimizin yani hâkim olan dindarlık biçimimizin söz konusu sonucu doğurduğunu düşünüyorlar.
Yine farklı kesimleri içerecek şekilde sekülerlere göre ise tam tersine dinî inanç ve uygulamalar tabiatı gereği Müslüman toplumları bilimsel meraktan geri bırakmıştır. Bu durum, zamanla Müslümanların hem tabiatı hem de dünyanın gidişatını okuma, anlama ve yorumlama becerisini kaybetmesine, nihayet bilimde, teknolojide ve toplumsal düzen anlayışında günceli, yeniyi ve moderni temsil eden Batı karşısında yenilmelerine yol açmıştır.
Her ne kadar birbiriyle çelişen yorumlar yapsalar da özünde iki taraf da aynı noktadan hareket ederek dindarlıkla tarzlarıyla izahı mümkün olmayan ve pek çok değişkenle değerlendirilmesi gereken tarihi ve toplumsal hadiseleri tek bir kavrama indirgeyerek anlamaya çalışıyorlar.
Muhafazakarların yaklaşımının temel sorunu şu: Dindarlık, Allah ile kul arasındaki ilişkinin düzenlenmesini hedefler ve merkezi, kulun Allah’a teslimiyeti, nihai tahlilde her şeyin Allah’a ait olduğunu idrak etmesi, hayatı bir imtihan olarak kavrayıp tevekkül, sabır, şükür, rıza gibi hallerle donanarak Allah’ın kuldan talep ettiği bir insanlık seviyesine ulaşmaya çalışmasıdır. Bir insanın dindar olması, onun kendisini de içerecek şekilde mevcut dünyayı fizik ve matematik seviyesinde daha iyi kavramasını gerektirmez. Zira İslam dindarlığı, her şeyin Allah ile ilişkisi içinde kavranmasını talep ve ihtiva eder. Bunun dışındaki durumlar, bir Müslümanın hayatını idame ettirmek için ihtiyaç duyduğu bilgi, hüner ve uygulamalara tekabül eder. Dolayısıyla dindarlığın derinleşmesi, dindarların bu dünyada siyasi ve toplumsal olarak hâkim durumda olmasını garanti etmediği gibi belirli bir dönemin bilimsel idrakini ve teknolojik hünerlerini temsil etmeyi de garanti etmez. Daha açık ifade etmek gerekirse; daha kapsamlı ve derin bir dindarlık ne analitik geometriyi ne çekim kanunu ne izafiyet ve kuantum teorilerini bulmayı ne sanayi devrimini gerçekleştirmeyi ne de Batı Avrupa’da olduğu haliyle siyasi ve toplumsal bir düzen kurmayı gerektirir. Bunların tamamının başka dinamikleri ve açıklayıcı gerekçeleri olmalıdır ve dindarlık yitimiyle bunları açıklamaya kalktığımızda hem bu gelişmeleri küçümsemiş hem de dindarlık hallerini anlamsızlaştırmış oluruz. Bu sebeple şimdi daha dindar olduğumuzda da kalkınmayı gerçekleş-tireceğimizi düşünmek isabetli değildir. Dindarlık tanımı gereği Allah için olduğunda dindarlıktır, dünyevi başarı ve hâkimiyeti hedeflediğinde zaten dindarlık olmaktan çıkar. Evet, dünyevi başarı bir dönemde samimi dindarlığın sonuçlarından biri olarak ortaya çıkabilir ama başarı ile dindarlık arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Samimi bir dindar, hayatın gereklerini karşılamada yetersiz kalabilir, başkalarına nispetle süreç yönetme bilgi ve maharetlerinden mahrum olabilir, dolayısıyla başka kişi ve toplumların boyunduruğuna girebilir. Dindarlık Allah nezdinde aziz olmayı amaçlar. Allah nezdinde aziz olmak ise dünyevi anlamıyla zilletle çelişmez, ikisi bir arada bulunabilir. Eğer bir kimse Allah nezdinde izzet sahibi olmak ile dünyada iyi durumda bulunmak anlamında izzet sahibi olmak arasında bir ilişki olduğunu söylüyorsa bunu aşamalarıyla göstermek zorundadır, aksi halde edebi temennilerini dile getiriyordur.
Benzer ama bu kez tersinden bir durum, sekülerlerin iddiası için geçerlidir. Çünkü dinî inanç ve uygulamalardan vazgeçmek ile dünyevi başarılar arasında kesinlikle zorunlu bir ilişki yoktur. İslam dünyasının Batılılaşma tecrübelerinin neredeyse tamamında ama bilhassa Türkiye ve Tunus örneğinde en can yakıcı ve kültürel anlamda yıkıcı sonuçlar, bu yanlış varsayımdan kaynakladı. Batı Avrupa’daki bilimsel, siyasi, iktisadi ve toplumsal başarıların ancak kilisenin hâkimiyet alanının daraltılmasıyla gerçekleştiği düşüncesi dünyanın geri kalanına bir modernleşme modeli olarak takdim edildi. Kilisenin yerine muhtelif dinler, İslam dünyası söz konusu olduğunda İslam konuldu. Fakat uygulamada Avrupa’da kilisenin orta çağlarda temsil ettiği söylenen iktidar, siyasete hükmeden elitlerin eline geçti. Bu kez onlar, dindar ve muhafazakar toplumlar karşısında kilise babalarına dönüştüler. Gücün dini temsil edenlerin eline geçtiğinde zulme yol açtığı iddiası, aynıyla kendileri için de geçerli hale geldi. Oysa dindarlık tecrübeleri tarih boyunca birbiriyle çelişecek denli farklı karakterlere sahip toplumlarda yaşanmıştır. İslam’ın görkemli günlerinde dindarlık tecrübesi bulunduğu gibi Müslümanların siyasette, iktisatta, bilim ve teknolojide neredeyse bütünüyle sömürgeleştiği kara günlerde de dindarlık tecrübeleri bulunagelmiştir. Başarıyı başka etkenlere, başarısızlığı da dindarlığa bağlayarak tarihi ve şimdiyi bu yaklaşımla değerlendirmek kendi içinde çelişkili bir düşünce biçimidir.
Ezcümle dindarlığı tarihi ve toplumsal hadiseleri, Allah ile ilişkisi bakımından değil de olgusal bir durum olarak tahlil etmek için manivelaya dönüştürmek hem dindarlığa haksızlıktır hem de işe yaramaz bir kolaycılık olması anlamında düşünme zafiyetidir. Ayrıca bu yaklaşım, ele aldığımız olguyu anlamaya hiçbir katkı sunmamaktadır. Bu kabil tahlillerin insanlara ve toplumlara karşı tavır almada etkili olduğunu düşünürsek yol açtığı ahlaki ve siyasi sorunlar üzerine de ayrıca konuşmak gerekir. Dindarlık bütün toplumsal hadisleri, başka etkenlerden bağımsız olarak anlamayı mümkün kılacak bir maymuncuk değildir.


