Dışarıdan aktarılan düşünce ve maharetlerle geleneğin yenilenmesi Ömer Türker
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak haber veriyor.
Hangi alanda olursa gelenekler uzun zaman diliminde oluşur ve genellikle uzun ömürlü olurlar. Bu sebeple de daima değişim ve yenilenmeye konu olurlar. Değişim ve yenilenme geleneğin doğal bir parçasıymışçasına gerçekleşebileceği gibi uzun zaman dilimine yayılan sancılı bir süreç de olabilir. Diğer deyişle değişim ve yenilenme talepleri sadece içten gelmez, aynı zamanda dıştan yani başka geleneklerden de gelebilir. Bütün değişim ve dönüşüm süreçlerine rağmen bir geleneği hala o gelenek olarak kabul etmemizi mümkün ve zorunlu kılan şey, geleneğin kendi temel kabullerinden hareketle teorik ve pratik hayatı her nesilde yeniden üretebilme kabiliyetidir. Bunun ise birtakım alametleri vardır. Alametler içinde belki en önemlisi, geleneğin kendisini lağvetmeden hem içten ve dıştan gelen talepleri dönüştürme hem de onlar doğrultusunda dönüşme pratikleridir. Bu bağlamda özellikle dış kaynaklı değişim ve yenilikler, tek yönlü bir olgu değildir. Değişim ve yenilikler baktığımız noktaya veya durduğumuz yere bağlı olarak hem dönüştürme hem de dönüşme olarak görülebilir. Bu yazıda size İslam tarihinde dıştan gelen etkiler doğrultusunda dönüşme ve dönüştürme olgusunun dikkat çekici bir örneğini kısaca özetlemeye çalışacağım.
Bilindiği üzere Müslümanlar Hicrî birinci yüzyıldan itibaren inançla ilgili meseleleri tartışmaya başladılar ve hem Kur’ân hem de hadisler üzerine tefekkürleri neticesinde yaratmayla ilgili bazı temel fikirlere ulaştılar. Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiillerinde birliği (tevhîd) İslam’ın en temel ve külli akidesini oluşturur ve kelime-i tevhidde özlü ifadesini bulur. Âlemin bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm unsurlarıyla yaratılmış olduğu inancı da tevhidin gereği olan ikinci temel inançtır. Fakat Allah âlemi nasıl yaratmıştır sorusuna hicrî birinci yüzyıldan itibaren iki aşamalı bir cevap verilmiştir. Cevabın birinci aşaması, bütün münderecatıyla âlemin yoktan yaratıldığıdır. İkinci aşaması ise yaratılanların temel yapılarının ne olduğu sorusuna verilen cevapta görülür. Kimi düşünürler atomculuğu, kimileri zuhur ve kümunu, kimileri arazcılığı vs. savunmuştur. İkinci aşama, birinci aşamadaki temel fikrin açıklayıcı bir teorisi ortaya çıktığından farklı teoriler geliştirilmiş ve bunların hepsi tevhid, nübüvvet ve haşir gibi temel akidelerle uyumlu olduğu gösterildiği sürece meşru kabul edilmiştir. Fakat birinci aşamayı oluşturan “âlemin yoktan yaratıldığı” şeklindeki temel fikir, tevhid inancının adeta zorunlu bir gereği gibi görülmüş, hadis, tefsir, fıkıh ve kelam gibi şerî bilimlere mensup olan bütün âlimlerin ortak kanaatine dönüşmüştür. Başka bir ifadeyle şerî bilimler erbabı, âlemin yoktan yaratıldığı hususunda icma etmişlerdir.
Hicrî ikinci yüzyılın sonuna gelindiğinde Abbâsî halifeleri Memûn, Mutasım ve Vasık dönemlerinde Antik ve Helenistik çağlarda kaleme alınan Yunan felsefesi külliyatı Arapçaya çevrilmiştir. Henüz çeviriler devam ederken İslam’ın kurduğu siyasi ve içtimai düzende İslam dönemi filozofları olarak adlandırılan, yeni bir zümre ortaya çıkmıştır. Her ne kadar başlangıçta bu filozoflar zümresi farklı dinlere mensup düşünürleri de barındırsa da süreç içinde neredeyse tamamı müslüman olan bir topluluğa dönüşmüştür. Hatta İslam’ın bütün yüzyıllarında önde gelen filozoflarının tamamı müslümandır. Bugün bile İslam dönemi filozoflarını sayacak olsak aklımıza gelen Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi büyük filozofların tamamı müslümandır.
Çevrilen külliyattan hareketle İslam döneminin sorunlarını ele almaya girişen filozoflar başlangıçta kelam âlimlerinin dile getirdiği anlamda yoktan yaratmayı kabul etseler de Fârâbî ile birlikte Yeni Eflâtunculuğun yaratılışın yoktan olmadığı görüşü taraftar bulmaya başlamıştır. Onlara göre Allah âlemi yoktan yaratmamış, bir anlamın diğerinden çıkmasını andırır şekilde kendisinden feyzeden varlıkla var etmiştir. Zaten bir şeyin saf yok iken var olması, yokluğun varlığa dönüşmesini gerektirir. Oysa yokluk ile varlık arasında çelişki vardır. Çelişkinin iki tarafından birinin diğerine dönüşmesi aklen imkânsızdır. Özellikle klasik felsefenin zirvesi kabul edilen İbn Sînâ’dan itibaren filozofların resmi görüşü, Allah’tan gelen varlık feyziyle âlemin var edilmesi olarak özetlenebilir hale gelmiştir. Biz buna sudûr teorisi diyoruz.
Şerî bilimler erbabı, hicri yedinci (miladî on üçüncü) yüzyıla gelinceye dek Yeni Eflâtunculuktan İslam dönemine aktarılan ve bilhassa Fârâbî tarafından ikmal edilen sudûr teorisinin yaratılış açıklaması ile İslam inancı arasında uyumsuzluk bulunduğunu iddia etmiştir. Hatta Gazzâlî’nin “Filozofların Tutarsızlığı” olarak çevrilen Tehâfütü’l-felâsife adlı eserinin temel maksadı, tevhid, nübüvvet ve haşrin sudûrcu bir yaklaşımla açıklanmasının Müslümanların icma ettiği temel inançlarla çeliştiğini göstermektir. Öte yandan önde gelen İslam filozofları zaten müslüman olduklarından kendi metafizik düşünceleri ile İslam’ın temel akideleri arasında çelişki bulunmadığını, tam tersine kelamcıların tevhid, nübüvvet ve haşirle ilgili inançları yanlış yorumladığını iddia ettiler ve bu iddialarını temellendirmek için pek çok metin kaleme aldılar. Hatta İslam döneminde varlık, bilgi ve değerle ilgili filozoflar tarafından geliştirilen bütün büyük teorilerin bilhassa İslam’ın temel inançlarını dikkate almanın bir sonucu olduğu söylenebilir. Yine de hicrî yedinci yüzyıla kadar filozofların mesaisi, kelam ve tasavvuf geleneklerini kısmen etkilese de genel olarak şerî bilimler erbabının yaratılışla ilgili icmaını bozmaya yetmemiştir.
Hicrî yedinci (miladî on üçüncü) yüzyılda İbnü’l-Arabî düşüncesi yeni bir evrenin başlamasına yol açmıştır. İlk kez şerî bilimlerden birinde (tasavvufta) yaratılışın yoktan olmayıp Allah’ın varlık feyziyle gerçekleştiğini ve ezelden ebede devam ettiğini iddia eden bir teori ortaya çıkmıştır: vahdet-i vücûd. Bu teori, bir yandan kelamcıların icma ettiği görüşleri filozofların yaratılış açıklamasıyla tadil ediyor bir yandan da şerî bilimler erbabın icma ettiği esaslarla filozofların öğretilerini tadil ediyor, böylece yeni bir zuhur teorisine ulaşıyordu. Lakin durum ne olursa olsun şerî bilimler içindeki icma bozulmuş ve İslam döneminde öncekilerin bütün açıklamalarını yeniden yorumlayan büyük bir metafizik ortaya çıktı. Üstelik bu metafizik, sonraki yedi yüz yıla damgasını vurmuş, pek azı hariç tasavvuf geleneğinin tamamını, kelam ve felsefe geleneğinin bir kısmını etkilemiştir. Vahdet-i vücûd bilhassa Osmanlı muhitinde oluşan âlim ve düşünür tipinin şekillenmesinde hayati rol oynamıştır. Böylece bir bütün olarak İslam geleneği dıştan aldığı birikimi dört yıllık süreçte hem müstakil bir alan olarak muhafaza etmiş ve sonraki yüzyıllarda bu muhafazayı sürdürmüş hem de dönüştürerek yeni bir tefekkür alanı inşa etmiştir. Kısacası İslam düşünce muhiti hem dönüşmüş hem de dönüştürmüştür.
Başka vesilelerle dikkat çektiğim gibi bu durumun ayrıntıda veya farklı alanlarda o kadar çok örneği vardır ki herhangi bir kitapta sadece başlıklarını dahi saymak çok zordur. Meseleyi doğru kavramamız için neyin inanç ve asıl neyin yorum ve uzantı olduğuna dikkat etmemiz, eski ve yeni yahut sabit ve değişken arasındaki süreklilik ve uyumları derinden kavramamız gerekir. Ne her yeni kötüdür ne de her eski asıldır. Aksi halde katı muhafazakarlığı Müslümanlık yahut bir alanın esaslarına sadakat, başıbozukluğu ve anlayış kıtlığını da yenilik zannederiz.

