Endülüs’ün yok oluşunun izini kitaplardan sürmek Yeni Şafak Kitap Eki Haberleri
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com haber yayımlıyor.
GIYASETTİN DAĞ
Endülüs Avrupa yarımadasının ucunda, İslam dünyasının en batıdaki temsilcisi olarak yüzyıllarca doğunun ışığını batıya yansıtan bir medeniyet olmuştur. Hatta bazı yorumlara göre Endülüs’ün ışığı zaman zaman doğunun ışığından daha parlak hale gelmiştir. Bu ışığı besleyen en önemli unsur şüphesiz Endülüs’ün aynı zamanda bir kitap medeniyeti olmasıydı. Kaynaklar Endülüs’ün parlak zamanlarında ortalama bir şehir kütüphanesinde bile tüm Avrupa’da bulunan kitaplardan daha fazla kitap bulunduğunu ortaya koymaktadır. Endülüs’ün ışığının kararmaya başlaması ile birlikte bu kitap medeniyeti de en büyük zararı görmüş ve sayıları yüzbinleri bulan kitaplar ve kütüphaneler yakılmış, yok edilmiştir. Endülüs’ten İslam izlerinin silinmesi için geçmişinin unutturulması, bunun yapılabilmesi için evvelemirde kitapların yok edilmesi gerekiyordu ve nitekim önce kitaplar yok edilmiştir.
Radva Aşur’un Ketebe’den çıkan Granada Üçlemesi adlı romanı biraz da bu pencereden okudum. Romanda kahramanlar ve kuşaklar değişiyor ancak kitapların kaderi değişmiyor: Yakılmak ve yok edilmek! Roman, Endülüs medeniyetinin son parçası olan Granada Emirinin şehrin anahtarını Hristiyan kral ve onun en büyük destekçisi olan kraliçeye teslim sahneleriyle başlıyor. Yazar bu acıklı sahneleri okuyucuyu adeta romanın içine çekerek, Granada dağlarından hazin manzarayı seyrettirerek anlatıyor.
MİRAS KALAN MEDENİYET
Bu süreçte romanın ilk bölümünün başkahramanı bir kâğıtçı olan Ebu Cafer sahneye çıkmaktadır. Kahramanımızın en büyük derdi memleketi ve sahip olduğu her şeyi kaybederken kitaplarını korumak ve yok olmaktan kurtarmaktır. Ebu Cafer bilir ki kitaplar yaşadıkça, atalarından miras kalan medeniyeti muhafaza etme, dinlerini ve dillerini koruma imkânları vardır. Ama kitaplar yok olursa bu durum ortadan kalkacaktır. Engizisyon güçleri de bunun farkındadırlar ve yayınladıkları ilk emir kimin evinde kitap varsa toplayıp getirip teslim etmesi şeklindedir. Artık evde kitap bulundurmak çok tehlikelidir!
TEHLİKEYİ GÖZE ALAN KAHRAMAN
Kahramanımız bu tehlikeleri göze alarak kitapları “dağlardaki mağaralara, terk edilmiş harabeleliklere ve evlerin mahzenlerine” taşıtır. Ancak buna rağmen kitaplar toplanır, şehrin meydanında dağ gibi kitap yığınları oluşur. Hat ve tezhip sanatları ile süslenmiş Kuranı Kerimler, çok nadir el yazmaları yanıp gitmiştir. “Alevler kitapları tutuşturuyor, kitapların kenarları kömürleşiyordu. Alevler sıçrayarak ilerliyor, önüne geleni satır satır, yaprak yaprak, kitap kitap yakıyor…” diye anlatıyor yazar o sahneleri. Yanan ormanların yeniden yeşereceğini anlatan yazar, yanan kitaplar olunca bu durum bir daha geri gelmeyeceğini kaydetmektedir.
Kralın fermanı Granada halkının önünde iki seçenek bırakmıştır, Hristiyan olmak yâda göç etmek! Fermanın bir diğer maddesi de kitaplar hakkındadır: Elinde kitap bulunanlar bunları teslim etmek zorundadırlar. Emre uymayan kendisini mahkemede ve hapiste bulur. Verilen tarihten sonra evinde kitap bulunduranların tüm mal varlığına el konulacaktır!
Yazar zaman zaman Endülüs’ün kitap birikimini yansıtmak adına kahramanlarına bazı kitapları okutmakta ve o kitaplardan bahisler açmaktadır. Bunlardan biri de romanda bir kitap sevdalısı olarak ortaya çıkan kahramanlardan Selime’nin okuduklarıdır. Onun okuduklarından biri İbni Tufeyl’in Hay Bin Yakzan adlı romanıdır. İbnül Baytar’ın el-Cami’sini ve İbni Sina’nın el-Kanun kitabını da okuyan kahramanımız orada bahsi geçen bitkilerden ilaçlar da yapmaktadır. Kahramanımız gece geç saatlerde aile efradından bile gizli bir şekilde okurken “okumanın suç olduğu, gizlilik gerektirdiği hain feleğin zindanında boğulmaktadır”. Yeni bir ferman daha yayınlanır ve tekrar elde bulunan kitapların “kontrol amaçlı” teslimi istenir. Kahramanımıza göre bu kontrol bütün kitaplara el koymak demektir.
Kuşaklar değişiyor romanda ve zaman ilerledikçe asimile politikalarının sonuçları, İspanyol kralının Endülüs halkına aslını, dinini ve dilini unutturma, yasaklama çabalarının sonuçları görülmeye başlanıyor. İnsanlar ana dillerini, Arapçayı artık okuyamaz ve anlayamaz olmuşlardır. En acısı da Mağrip şehirlerindeki akrabalarından gelen mektupları da okuyamamakta ve anlayamamaktadırlar. Sadece mektupları mı? Atalarından kalan tapu belgelerini ve kıymetli evrakları da okuyamazlar. Derken bir kararname ile evlerde dâhil Arapça konuşmak tamamen yasaklanır. Tüm İslami öğretiler ve gelenekler, kıyafetler yasaklanmıştır. “Kararname Granada’nın kadınlarına nasıl yüzlerini açma zorunluluğu getirir yahu, bu onların geleneği!” diye isyan ediyor kahramanımız. Sonra yeni kararlar ilan edilir. Bunlardan en yakıcı olanının adı, tehcirdir. Önce erkeklere uygulanır karar, sonra bütün Endülüs halkına. Kalanlar ise zorla din değiştirip yeni bir unvana sahip olurlar, “morisko”.
UNUTULAN DEDELERİNİN DİLLERİ
Üçüncü kuşaklar artık dedelerinin dillerini, yaşayışlarını hayal meyal hatırlamaktadırlar. Yeni kahramanımız dağlarda kaçak yaşadığı yılların ardından Granada’ya dönüp sokaklarda geçmişini aradığında aklına ilk olarak dedesinden kalan saklı kitaplar gelecektir. Onları gizlice çıkardıktan sonra, “Büyük bir ahşap dolap yapıp kitapları bu dolaba taşıdı. Kitapların tozunu alıp bu dolaba dizdi”.
Kahramanımız yeniden Granada terk etmek zorunda kalınca aklına önce kitaplar gelecektir ve onları bu defa ninesinden kalan sandığa koyarak evin avlusuna gömecektir. Granada Müslümanlarının ve daha genelde Endülüs medeniyetinin sonu kahramanımızın ağzından şöyle özetlenmektedir, “Başkente girdiğinde atalarımızdan en ufak bir eser göremezsin. Sanki beş yüz yıl boyunca atalarımız orada oturmamış ve şehri hiç imar etmemiş…”


