Eski bahçeler Gökhan Özcan
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak haber yayımlıyor.
İnsan yaş aldıkça bir şeyleri sebepli sebepsiz özlüyor; belli bir zamanda değil, herhangi bir anda, bazen yavaş yavaş, bazen birdenbire. Yeni zamanlara, yeni zamanların getirdiği yeni yaşama hallerine hiç ısınamadığım için ben hep geçmişte, özellikle de çocukluk yıllarımda dolaşıp duruyorum. Şimdilerde geçmişe özlem duymak pek muteber bir şey olarak görülmüyor, malum! Hatta içinde ‘nostalji’ kelimesinin geçtiği ifadelerle neredeyse aşağılanıyor geçmişe özlem duyanlar. Ziyanı yok, isteyen istediği gibi düşünsün. Ben her şeyin içinde daha fazla can taşıdığına inandığım o eski günleri içimde yaşatmaya, özlemle hatırlamaya ve hayırla yâd etmeye devam edeceğim.
ben yumuşak tuşlarına basacağım hayatın
sen çatıyı kur.
sırları soracağım ben,
sen hayatın anlamını ara.
yazın yönünü değiştireceğim ben
sen yolculuğa çık.
ben arka bahçeyi özleyeceğim
sen inat et…
diyor ‘Arka Bahçe’ şiirinde Birhan Keskin.
Neden böyle başladım yazıya? Çünkü klavyenin başına geçtiğimde nereden icap ettiyse eski zaman bahçeleriyle ilgili düşünceler sarıverdi zihnimi. Çocukluğum böyle derin nefes alıp veren bahçelerde geçti; bizim evin bahçesi, yandaki evin, onun yanındaki evin bahçesi… Erik, dut, kiraz, vişne, şeftali, elma, armut, ayva ağaçları… Dallarında ipten salıncakları… Bir tarafta şekillendirilmiş şimşirler… Yanı başından itibaren yıldız çiçekleri, güller, kasımpatılar, gülhatmiler ve adını bilmediğim daha bodur ve hiç durmadan bıcır bıcır açan başka çiçekler… Binbir çeşit güzel koku… Rengarenk cennet numuneleri…
Rahmetli annem her taşındığımız evin bahçesine, ilk iş olarak kendi bahçe düzenini kurardı. Ortaya mümkünse beyaz taşlarla bir daire oluşturur, onun çevresine daha geniş bir daireyle daracık bir yol bırakır, geniş daireden bahçenin çeperlerine kadar uzanan boşluklara da tıpkı iç daireye olduğu gibi belli bir düzenle küçükten büyüğe doğru giden bir düzenle türünü, sayısını asla bilemediğimiz çiçeklerini ekerdi. Bu düzen böyle bir zaman giderdi. Ama sonra bu düzeni yine kendi elleriyle ihlal eder, çiçekler için ayırdığı yerler dolunca yeni edindiği çiçekleri boş bulduğu her yere dikiverirdi. Buna tohumlarını toprağa bırakan çiçeklerin yeni nesilleri de eklenince bahçe her yerinden çiçeklerin fışkırdığı bir küçük cangıla döner, neredeyse içine girilemez hale gelirdi. Yaz günleri bahçesi olmayan komşular gelir, çay eşliğinde, bu deli dolu bahçenin göz sefasını sürerdi. Annemi pek çok şeyiyle hatırlıyorum ama benim ve onu tanıyan hemen herkesin hatırında bu bahçelerin yeri başka! Ne zaman bir yerlerde eski bahçelere benzerliğini yitirmemiş bir bahçeye rastlasam; annemin deli dolu bahçelerinin çiçeklerinden birkaçı gülümseyerek selamlıyor beni. Bu aşinalık tarif edilemez bir sıcaklıkla, bir nevi coşkun insanlıkla dolduruyor boydan boya içimi.
Ray Bradbury, ‘Fahrenheit 451’ isimli meşhur kitabında, insanların geride bıraktıkları kişisel izlerin nasıl da kendileri gibi biricik olduğuna, nasıl da onların gelip geçmiş hikayelerini yaşattığına işaret ediyor: “Büyük babam. Herkes öldüğü zaman geride bir şey bırakmalı, derdi. Bir çocuk, bir kitap, bir resim, bir ev, yapmış olduğu bir duvar ya da bir çift ayakkabı. Ya da ekili bir bahçe. Ellerinin bir şekilde dokunduğu ve ruhunun öldüğü zaman gidebileceği bir şey, öyle ki insanlar senin diktiğin ağaç ya da çiçeğe baktığı zaman seni orada görebilsinler. Ne yaptığın önemli değil, derdi, yeter ki sen ellerini onun üstünden çektiğin zaman, ona dokunduğun zamanki halini değiştiren bir şey yapmış olasın.”
Şimdi bahçeler duygusuz bir geometriyle, köşeli tasarımlarla, soğuk ve yapaylık hissinden kurtarılamayan kentsel peyzajlarla, üstüne basılamayan çimlerle, aynı tornadan çıkmış gibi dizilen ve mutlaka dayanıklılık hesapları yapılmış bir örnek, fabrikasyon çiçeklerle, bolca plastik ve betonla kuruluyor. Ruhsuz, inceliksiz, hikayesiz… Tam da o bahçeleri dizayn edenler gibi! Hiçbir şey, bahçeler, çiçekler, ağaçlar bile hiç kimsenin biricik izlerini üstünde taşımıyor neredeyse!

