Hâşim’in âlemlerimizden sefer eyleyen kuşları Yeni Şafak Kitap Eki Haberleri
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak bilgi yayımlıyor.
ARİF AY
Hâşim’in ölümünden kısa bir süre sonra düzenlenen anma toplantısında yaptığı konuşmayı şu sözlerle bitirir Peyami Safa: “Hâşim! Sevgili Hâşim, zavallı Hâşim, büyük Hâşim! Seni tebcil ediyoruz. Bunun için buraya toplandık. Fakat… haberin var mı ki? (Beşir Ayvazoğlu, Ömrüm Benim Bir Ateşti, s.338, Kapı Yayınları, Şubat 2006, İstanbul)
Hâşim’i “Avrupaî bir zekânın kalıbına dökülmüş Asyaî bir ruh” olarak tanımlayan ve şiirini üç suyun (Dicle, Sen nehri, Haliç) terkibi gören Peyami Safa’nın bu sözlerini Hâşim’in kişiliğinin ve sanatının anahtarı olarak değerlendirebiliriz. Bu sözlerde, Hâşim’in çelişkilerle örülü kişiliğinin, düşünce dünyasının ve büyük melâlinin ipuçları var. Bu çelişkilerin en somut belgelerinden biri de “Müslüman Saati” yazısıyla “Gazi” yazısıdır.
Onu Arap Hâşim, fellah Hâşim, “kurbağa şairi”, “Efendim, geçen günlerde züppenin biri çıkmış, şiir diye ‘Göllerde bu dem bir kamış olsam’ herzesini söylememiş mi?” diye dışlayanların dışında, o, ruhu Bağdat’ta, bedeni İstanbul’da bir göçmen kuştur. Hakkı Süha Gezgin “Edebî Portreler” adlı kitabında üç günde otuz yıllık arkadaş haline geldiklerini belirtir ve onu şöyle betimler: “Halep çıbanlarının insafsızca kemirdiği kırmızı ve etli bir yüz. Renkleri çiy fakat bakışları zeki iki göz, çizgileri titremiş bir burun, geniş, ihtiraslı bir ağız. Yağlı bir deri içinde kalın, ağır kımıldanışlı bir gövde. İşte Ahmet Hâşim.”
ANNESİNİN ÖLÜMÜ
Edebiyat Ortamı dergisinin Temmuz-Ağustos 2025 sayısı ulaştığından beri elimden düşmeyen bir kitap oldu İbrahim Demirci’nin “Ahmet Hâşim”i (Edebiyat Ortamı Yayınları, Temmuz 2025, Ankara).
İbrahim Demirci şairliğinin yanı sıra, bir dil ustası ve akademisyen bir arkadaşımız, bir gönüldaşımız. Doktora tezi Ahmet Hâşim’in nesirleri üzerinedir. Bu tezden de yararlanılarak hazırlanan kitap: Ahmet Hâşim’in Hayat ve Sanatı, Şiiri Hakkında Bazı Mülâhazalar, (Şiirlerinden Seçmeler), Nesirlerinden Seçmeler ve Kaynakça olmak üzere dört bölümden oluşmaktadır. Önce Hâşim’in hayatına dair kitaptan edindiğimiz bilgileri özetleyelim.
Ahmet Hâşim 1887 yılında Arif Hikmet Bey ve Sâra Hanım’ın çocukları olarak Bağdat’ta dünyaya gelir. Baba da anne de Bağdat’ın köklü ailelerindendir. Arif Hikmet Bey din bilgini ve edebiyatçı bir aile olan Alûsizâdelerin soyundan, Sâra Hanım ise Kahyazâdelerden.
İnce yapılı, mutsuz ve hastalıklı bir kadın olan, en büyük zevki, akşamları oğluyla Dicle kıyılarında gezinmekten ibaret Sâra Hanım, genç yaşta 1893 yılında veremden ölür. Ahmet Hâşim henüz altı yedi yaşlarındadır. Babası iyi bir eğitim için Hâşim’i İstanbul’a getirir ve bir akrabasına emanet eder. Numune-i Terakki Mekteb’inde bir yıl öğrenim gören ve Türkçesini geliştiren Hâşim, Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nin ilkokul kısmına kaydolur.
1907 yılında Galatasaray Lisesi’nden mezun olan Ahmet Hâşim, Fransızcası iyi olduğu için okul müdürünün tavsiyesiyle girdiği sınavı kazanarak Reji dairesinde işe başlar. İki yıl kadar çalıştıktan sonra İzmir Mekteb-i Sultanisi Fransızca öğretmenliğine atanır. Birinci Dünya Savaşı başlayınca askere çağrılır. 9 Ağustos 1914’te Çanakkale’ye gider. Dört yıl askerlikten sonra 1918’de terhis olur. Sanayi-i Nefise Mekteb-i Ālisi’nde hocalığa başlar. 1921 yılında Duyun-ı Umumiye-i Osmaniye idaresinde çalışmaya başlar. 1924 yılında Duyunu-ı Umumiye’den aldığı ikramiye ile Paris’e gider. Duyun-ı Umumiye lağvedilince Osmanlı Bankası’nda çalışmaya başlar. Para hesap işlerini sevmediği için burada çalışmak onu huzursuz eder. Okuldan arkadaşı Abdülhak Şinasi’ye yazdığı mektupta bu memnuniyetsizliğini şöyle dile getirir: “Sıkılıyorum, utanıyorum ve orada çırılçıplak duran bir adam gibi olduğumu zannediyorum. Bir ufak Yahudi veya Rum çocuğunun kolayca yapacağını ben burada yanlış yapmaktan korkarak titriyorum.” Söz buraya gelmişken Hâşim’in Yahudilere dair görüşünü de aktaralım:
“Yahudi her kuvvetli mahluk gibi sevilmeye muhtaç değildir. Bütün peygamberler sıra ile onun cinsinden geldi. Büyük tarihî faciaların membaı odur. Hâlâ Yahudi Allah’ı dünyaya hâkim bulunuyor. Zamanımızda peygamberler, filozoflar ve âlim ismi altında gene o ırktan geliyor. Eski mabet yıkılmaya yüz tuttuğundan beri Yahudi, insan kalabalıklarının etrafında daha korkunç bir haşyetle dönmeğe başladığı yeni bir mabet kurdu: Banka!.. Bankanın mahzeninde gizli yatan sarı yüzlü korkunç ilâh, altındır. Altının bir tehlikeli ilâh olduğu şundan belli ki ona hiçbir millet eliyle dokunmaya cesaret edemiyor ve ancak bir kâğıt parçası onun ismini taşımak suretiyle iktisadi nizamın büyük çarklarını istediği gibi döndürüyor.”
BANKA MEMURLUĞUNDAN HOCALIĞA
İçine sinmeyen banka memurluğundan ayrılarak hocalığa döner.
1 Temmuz 1921’de Hatice Muazzez Hanım’la yaptığı ilk evliliği iki ay sürer. İkinci evliliğini 12 yıl aradan sonra 17 Mayıs 1933’te Zarife Güzin (Özgünlü) Hanım’la yapar. Evliliğinden 17 gün sonra, kendi deyimiyle “şairlerin en garibi” 4 Haziran 1933’te ölür. 5 Haziran’da Eyüp’te toprağa verilir.
Kimi zaman işsiz kalan, hep para sıkıntısı çeken Hâşim, maaşı yüksek, iyi yerlere getirilmemesinden şikâyet eder: “Muharebe oldu mu, sen Türk’sün, buyur cepheye! derler. Sulh olup da bir yerden iş, memuriyet istedin mi haydi oradan Arap! diye savarlar.”
Şiir yazmaya çocuk yaşta başlayan Hâşim, ilk şiirini, babası kendini cezalandırmak için bir odaya kapattığında yazmış. 14 yaşına geldiğinde dergilerde 15 şiiri yayımlanır. Okulda Fransızca hocası Ziya Bey’in “Ben senin daha ciddi şeylerle meşgul olmanı isterdim” sözü üzerine, bir süre şiir yazmayı bırakır. Kitapçıdan aldığı Régnier, Verhaeren gibi şairlerin yer aldığı antoloji onu tekrar şiire döndürür. O, şiir anlayışını şöyle dile getirir: “…Şair ne bir hakikat habercisi ne bir belâgatli insan ne de bir kanun koyucusudur. Şairin dili “nesir” gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musikî ile söz arasında, sözden ziyade musikîye yakın, orta bir dildir.”
Şiiri hakkında sözcük çeşidi az, malzemesi sınırlı diyenler, hatta nesrini şiirinden üstün tutanlar olsa da Ahmet Hâşim, duyuş ve söyleyiş bakımından Batı şiir tarzını Türk şiirine getiren öncü bir şairdir. O, Ali K. Metin’in deyişiyle: “Hâşim, esas itibariyle yaşadığı dünya ile uyuşmayan, huzuru ve sükûneti öznenin muhayyilesinde arayan bir şairdir. Gerçekliğin ve hakikatin değil, sadece kendi tekilliği içinde bir varoluşu gerçekleştirmenin peşindedir. Bir bakıma, şiiri dünyaya meydan okumanın demeyelim ama dünyadan kaçışın bir yolu olarak tasarruf etmiştir.” (Edebiyat Ortamı, Temmuz-Ağustos 2025)
İbrahim Demirci Hâşim’in dünya görüşüne ilişkin şu önemli tespiti yapar: “Sanatı bir bakıma var oluşun anlamı sayan, hatta din seviyesine yükselten bu anlayış, onu devrinin bütün siyaset ve fikir hareketlerinden uzak tutmuştur. O, Osmanlıcılık, Türkçülük, Batıcılık, adem-i merkeziyetçilik, materyalizm, pozitivizm, sosyalizm gibi siyasi, sosyal ve felsefî hareketlere de; romantizm, realizm, natüralizm, Parnasizm gibi edebî akımlara da ilgiyle ve sempatiyle bakmaz. Hatta çok etkilendiği sembolizm bile, onun için bağlayıcı ve yönlendirici bir düşünüş ve davranış çerçevesi oluşturmaz. (…) Metafizik meseleler, din ve ilâhiyat konuları, hatta ahlâk kayıtları, Ahmet Hâşim’in gözünde nerdeyse hiçbir anlam taşımaz.”
Onun şiirinde “akşamlar hüzünlü”, “sonbahar gamlı”, “çocuklar yalnız” olsa da onun şiirinin bin bir renkli güneşi, insana melâl giysisi giydiren ayı, hilâli, gölleri, suları, akşamları, sefer eyleyen kuşları bizi bambaşka bir dünyaya taşır.
Çayı, sigarayı, perhizini bozacak denli domatesli pilavı seven Hâşim’den bize melâli anlamak kalıyor.


