Her şeyin dışında Gökhan Özcan
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak haber yayımlıyor.
Yapmak istediklerini bir türlü yapamamak da en az yapmak zorunda olduklarını yapmak kadar yorucu!
Georges Perec, ‘Uyuyan Adam’ kitabında hayatın kargaşa-sından yorulanlar için bir ara bölge oluşturuyor: “Artık hiçbir şey istememek. Bekleyecek bir şey kalmayana kadar beklemek. Avare dolaşmak, uyumak. Kalabalıkların, sokakların seni sürüklemesine seyirci kalmak. Su oluklarını, parmaklıkları, kıyılar boyunca akan suyu izlemek. Rıhtımlar boyunca gitmek, duvarların dibinden yürümek. Zaman kaybetmek. Tüm tasarılardan, sabırsızlıktan kurtulmak. Arzulamayan, gücenmeyen, isyan etmeyen biri olmak”
“Başını alıp gitmek” ne kadar ilginç bir deyim… Anlamını sorguluyor insan ister istemez. Öyle ya, başını alıp gittiğinde içindekileri de beraberinde götürmüş oluyorsun ve buna gitmek denemez aslında. “Başını bırakıp gitmek” mi desek acaba bundan sonra?
“Ne kadar renkli birisin” dedi kız delikanlıya gülümseyerek. Mahcup bir haldeydi delikanlı, “Yüzüm kızardığı için mi böyle söylüyorsun?” diye mırıldanabildi sadece.
Bazen kendi ağzından çıkan şeyler ne kadar da şaşırtıyor insanı! Büyük büyük laflar, yolunu şaşırmış hikmetler, ölçüsü kaçmış iltifatlar ve belki çürük bir azı dişi!
“Hiç de heyecan verici bir hayatım yok benim” diye yakındı arkadaşına salyangoz, “haftada en az bir kere arabaların vızır vızır geçtiği şu yolun bir tarafından karşı tarafına geçmeyi saymazsak yani! Yaklaşık üç saat sürüyor her biri.”
Hayatın sayısız çok dokunaklı minicik hikayesi var. Richard Brautigan, ‘Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek’ isimli kitabında o minicik hikayelerden birini anlatıyor: “Çocuk, yağmur yağma olasılığı varsa bisikletini ön verandada tutardı ama eğer hava güzelse, kiraz ağacının sarkan uzun dallarının altına park ederdi. Çocuğun bir otomobil kazasında öldüğü gün, bisiklet kiraz ağacının altına park edilmişti. Aynı gece yağmur yağdı. Eğer hâlâ hayatta olsaydı bisikleti alıp ön verandaya koymuş olacaktı.”
Hayatın anlattığı küçük, sıradan gibi görünen ama aslında fevkalade dokunaklı hikayelere kulak vermiyor olmak çok acıklı bir şey insanlar için! Filmin en etkileyici sahnelerinde başka yerlere bakmak, elindeki bir şeyle meşgul olmak gibi… Filmi seyretmiş sayıyorsun kendini ama farkında bile olmuyorsun filmin içindeki asıl hikâyenin! Gitmek, gelmek, çalışmak, yemek, içmek, uyumak, uyanmak ve her gün her şeyi bu kurulukta başa sarmak, yeniden yeniden yaşamak… Keşke anlamak da olsaydı bu fiillerin içinde! Hayat bu kadarcık bir şey olsaydı, bize o sonsuz sayıdaki küçük ama dokunaklı hikâyeyi anlatıp durmazdı. Anlamak için dinlemek gerekiyor o hikayeleri, farkında olmak gerekiyor büyük hikâyenin içindeki o sonsuz hikâyelerin.
Anlatılmamış bütün hikayeleri bir gün anlatırdık muhtemelen birbirimize, ölüm bir yerde aniden sözümüzü kesivermese!
Cemal Süreya bir kere söylemiş, ben herhalde bin kere yazdım. Yine yazayım: “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.”
Martıları, serçeleri, kırlangıçları, leylekleri, yerdeki tedirginliklerini, havadaki neşelerini, uzun uzun izlemeye imkân vermeyen hayat yanlıştır. Avuçlarımızda yağmur biriktirmeye vakit bırakmayan hayat yanlıştır. Dağları, denizleri, kırları, ırmakları, yeşilin bin bir tonundaki ağaçları uzağımızda tutan hayat yanlıştır. Bizi içimizden geçenleri işitemez hale getiren hayat yanlıştır.
“Alemdeki her şey yerli yerinde, kendi hikayesinin içinde akıyor aslında” dedi beyaz saçlı adam, “dışarıda kalan biziz!”


