İsrail Başkonsolosunun kaçırılması/ Üst üste binen zamanlar Fatma Barbarosoğlu
Yenisafak sayfasından alınan verilere göre, SonTurkHaber.com bilgi veriyor.
Bakırköy Marmaray istasyonuna gidiyordum. İncirli’den bindiğim minibüs olmadık bir yerde indirmiş “Şu sokak meydana iniyor” deyip gitmişti.
Dört bir yan inşaat, başıma bir şey düşmeden şu sokaktan bir çıksam telaşı ile hızlı hızlı yürüyorum. Ki ben telaş ile yürümeyi hayata hakaret sayanlardanım. Telaş etmeden yolda olmak için vakitli çıkarım. Kendimi vaktin ritmine bırakırken sanki dünyanın bütün yükünden azat olurum. Şuradan gelen bir ses, kaldırım taşlarının arasından başını uzatmış bir kara hindiba, boynu bükük papatya, kendisini görmediğim ama havada kokusunu hissettiğim bir hanımeli.
Velhasıl yürümek benim için yürürlükte tutulan ve tadına bakılan, tadına varılan hayatı yudumlama bahsidir.
Yürürlükte tutulan hayat kötü bir Türkçe gibi mi geldi kulağınıza. Gelmesin. Hayatlarımızın tadı bile yürürlükte olan ya da yürürlükten kaldırılan bir kanun maddesi gibi elimizden alınıyor. Yürümek, elden alınanlara karşı bir direnme biçimi. Yürürken sağa sola bakmak, selam vermek, eski ile yeniye, insanların temposuna dikkat kesilmek. Her bir yüzde hüznü ya da coşkuyu yakalamak. Yakalayamayınca o depresif, öfkeli, birbirine benzer ifadelerin ardındaki kesintisiz geçirilmiş ekran zamanlarına dair düşünmek.
Ara sokaklardan koşa koşa geçip Marmaray istasyonuna varınca doğrudan trene binmeyi hayat ilkelerime ters bulduğum için tezgahtaki kitaplara göz gezdirerek duracağım birkaç dakikayı telaşlı zamandan sakin zamana geçmek için bir eşik olarak kabul ettim. Trene bu telaş ile atlarsam üst üste binmiş hayatlar ile o sakin zamanı bulmam asla mümkün olmayacaktı çünkü. (Çocukken beni bir türlü trene binileceğine ikna edememişlerdi. Binmiyoruz, atlıyoruz diye tutturur, çok üstüme gelirlerse ağlardım.)
İki kitap sanki benim için, ben onları göreyim diye diğer kitaplardan farklı bir şekilde konmuştu tezgâhın üstüne. Adalet Ağaoğlu, Damla Damla Günler; Necip Fazıl Kısakürek, Canım İstanbul.
Canım İstanbul
oyun olarak kaleme alınmış. Damla Damla Günler, 1969-1977 yıllarına dair tutulmuş günlük. Kitapları elime alır almaz rastgele bir sayfa açmayı çok severim. Çocukluk günlerinden kalma bir heyecandır benim için. Nasibe düşen satırları okur, sonra sırasıyla ilerlerim sayfalar arasında. Yine öyle yaptım. Damla Damla Günler’den bir sayfa açtım.
Karşıma 19 Mayıs çıktı. Güldüm. Biraz önce misafir olduğum dairede, yandaki okulun 19 Mayıs provaları, Müdür Bey’in ayarı kaçmış mikrofondan gelen boğuk sesi ile irkilmiş, birbirimizi duyamayacak noktaya gelmiştik. Apartman arası okul gerçeği böyle bir şey.
Sosyal medyada bıraktığımız ayak izlerini takip ile karşımıza çıkan reklamlar yüzünden gözetlendiğimiz hissini çokça yaşadığımız için rastgele açtığım sayfanın 1971’in 19 Mayıs’ına dair olması çok çarpıcı geldi. Muhteva, tarihin çakışmasını takvimsel çakışmadan başka bir mecraya taşıdı:
Buyurun:
19 Mayıs
“Önceki gün İstanbul Konsolosu kaçırılmış. Bütün tutuklananlar serbest bırakılırsa o da ancak o zaman serbest bırakılırmış. Sıkıyönetim buna “Hayır” dedi. Atatürk’ün Samsun’a çıkışı kutlanıyor. ‘Bayram ediliyor’ ama nasıl?” (s. 153)
24 Mayıs
“Kaçırılan İsrail Konsolosu Epraim Elrom’un cesedi önceki gün sabaha doğru, ihbar üstüne Nişantaşı’nda bir apartman dairesinde bulundu (bulunmuş). Beynine üç kurşun yemiş. Elleri kolları bağlıymış. Oda kanlar içinde (imiş). Cenazesi dün Tel-Aviv’e gönderildi. Bugün orada askerî bir törenle gömülmüştür. Katil aranıyor. Tutuklamaların ardı arkası kesilmiyor. Sadece Bülent Nuri Esen, Uğur Alacakaptan, Tarık Zafer Tunaya tutuklanıp da serbest bırakılanlar arasında. Leman, Şekibe Tunç, Bahriye ve Sudiş’le arada bir buluşup konuşuyoruz.” (s. 156)
Adalet Ağaoğlu’nun satırlarında kaçıranların kimliğine dair bir bilgi yok. İsimleri hiç geçmiyor. Neden?
Hafızamda kayıtlı olan bir sahne var. İlkokul öğrencisiyim. Nohut oda bakla sofa evlerimiz onlarca asker tarafından aranmıştı. Ertesi gün okulda bu aramalarla ilgili sorular sormuştu öğretmenimiz bize.
Hafızamın beni yanıltma payını anlamak için arama motoruna “İsrail büyükelçisinin kaçırılması” diye yazdım. Vikipedi’deki bilgileri dikkatinize sunuyorum:
Ölümü
İsteklerinin yerine getirilmemesi ve aramanın da çıkmasıyla THKP-C militanları Elrom'u öldürdüler. Elrom, 23 Mayıs 1971'de Nişantaşı’ndaki Hamarat Apartmanı'nda ölü olarak bulundu. Elleri arkadan bağlanmış ve ağzı bantlanmış olan Elrom, şakağına üç kurşun sıkılarak öldürülmüştü. Olaydan sonra kaçan THKP-C militanlarını Yılmaz Güney sakladı. Maltepe’de ağır yaralı olarak ele geçirilen Mahir Çayan, savcılığa verdiği ilk ifadesinde Elrom'u kendisinin öldürdüğünü söyledi fakat sonradan mahkemede ifadesini değiştirip öldüreni bilmediğini söyledi. Daha sonra ise İlyas Aydın ismini verdi. Selimiye Kışlası’nda yapılan Türkiye Halk Kurtuluş Parti ve Cephesi Davası’nda jandarma, Çayan'dan Bardakçı’ya verilmesi hedeflenen bir pusulayı ele geçirdi. Pusulada öldürenin İlyas olduğu söyleniyordu. Ancak aynı davada sanık olan Necati Sağır ise İlyas'la aynı evde kaldığını, infazı radyodan birlikte öğrendiklerini söyledi. Ulaş Bardakçı, "Necati yalan söylüyor." dedi. Sağır da bir süre sonra ifadesini değiştirdi. Aynı zamanda THKP-C kurucularından Yusuf Küpeli, İlyas'ın isminin verilmesine şaşırmıştı.
Değerlendirmeler
Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur Mumcu, 12 Eylül Darbesi’nden sonra 17 Eylül 1980 günü yayımladığı yazısında, 12 Mart dönemini değerlendirerek Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi isimlerin gerçekleştirdikleri banka soyma, adam kaçırma, fidye isteme gibi eylemleri “bireysel terör” olarak tanımladı. İsrail Başkonsolosu Elrom'un kaçırılıp öldürülmesinin, "Türk soluna, işçi sınıfına, halka hizmet etmediğini; aksine 12 Mart zulmünün başlamasına katkı sağladığını, meşru savunma dışında hiçbir cinayetin haklı olarak görülemeyeceğini" savundu. THKP-C'yi "terör örgütü" olarak tanımlayan Mumcu, silahlı eylemlere karşı çıkılması gerektiğini ifade etti:
“Solun başvuracağı tek yöntem yasal çizgiler, anayasal çerçevelerdir. Barışçı yollarla oluşmalıdır. Adam öldüren, cinayet işleyen solculuk; hainlik, katillik ve halk düşmanlığıdır!”
Edebiyatçının günlüğünde yer almayan bilgileri “şimdilik” dijital ortamda küresel bir dijital sözlük üzerinden tamamlıyoruz. Ya sonra?
Algoritmanın, muktedirin isteğine göre planlandığı önemli ile önemsizin, hakikat ile yalanın birbirine karıştırıldığı bir dünyaya doğru hızla ilerlerken... Ya sonra?
Rahmetli hocam Prof. Dr. Nihat Keklik, İslam tarihi, İslam düşüncesi üzerine çalışan oryantalistlerin, metinlerini güvenilir bir şekilde inşa ettikten sonra esas niyetlerini kimsenin fark etmeyeceği bir noktada mayalanmaya bıraktıklarını söylerdi.
Yapay zekâ çağında hakikate ulaşmak giderek güçleşecek. Bu güçlük ile başa çıkmanın ilk adımı doğru soruyu sormak. Doğru soruyu, doğru bir şekilde sorabilmek için bilgiye, kelimelere ve kavramlara muhtacız. Acı olan şu ki hepsini yavaş yavaş yitiriyoruz.
Bilgi üretmek ile “içerik üretmek” arasındaki farkı hiç dikkate almadan, Rizeli kadın yapay zekâya bugün ne pişereyim diye sordu temalı bayağı haberler ile yol alıyoruz, yanlış oldu yolda kalıyoruz. Evet yanlış okumadınız “Rizeli Emine Teyze ne pişireyim diye yapay zekâya sordu”, ana haber bültenine haber oldu.


