Kalem ve kelam üstadı olarak Yavuz Bülend Bâkiler Dursun Gürlek
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuru yapıyor.
Yazımızın başlığını diğer bir ifadeyle dile getirecek olursak, ona da hitabet ve kitabet sanatı diyebiliriz. Hitabet veya hatiplik güzel konuşma sanatı olduğu gibi, kitabet de kalemin hakkını vermek için gerekli titizliği ve itinayı göstermek demektir. Hemen belirtmek gerekirse, bu iki özelliği şahsında birleştirenlerin sayıları fazla değildir. Öyle hatiplerimiz var ki, bulundukları her mahfilde gayet güzel nutuk attıkları halde, ellerine kalem almayı (bilgisayarın başına geçmeyi) akıl edemiyorlar. Öyle âlimlerimiz de mevcut ki, iki üç cümleyi – imla kurallarına da riayet ederek – söyleyemiyorlar. Böylece onların konuşma sanatından gerekli nasibi almadıkları anlaşılıyor. Tanıyanlardan duyduğumuza göre, son devrin büyük İslam âlimlerinden merhum Ömer Nasuhi Bilmen, aman ne olur, bana kürsülerde konuşma teklifinde bulunmayın, buna mukabil beni bir odaya hapsedin, size sabaha kadar birkaç kitap yazayım, dermiş.
Bu mukaddimeyi sözü merhum üstadımız, ağabeyimiz Yavuz Bülend Bâkiler’e getirmek için yaptım. Yavuz Bülend Bey Süleyman Nazif gibi, Necip Fazıl gibi hitabet sanatında da, kitabet konusunda da büyük bir maharet sahibiydi. Saatlerce konuşsa bile – ki konuşurdu – hatalı kullandığı tek bir cümleye rastlamak mümkün değildi. Ses tonuna da hâkim olduğu için – hitabeti ne kadar uzarsa uzasın – salonda uyuklayan veya esneyen olmazdı ve zamanın nasıl geçtiği fark edilmezdi.
İşte bu özelliğinden dolayı o, Türkçe’yi yanlış kullananlara, mesela sık sık telaffuz hataları yapanlara, cümleleri eveleyip geveleyenlere büyük bir tepki gösterirdi. Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse ve buna birkaç misal vermek icap ederse “delâlet”i “dalâlet” diye söyleyenler, “medfun”u “meftun”la karıştıranlar, “âlem”le “alem”i ayıramayanlar, “muhatab”ı “muhattap” yapanlar ve daha böyle birçok cehalet ve garabet örneği sergileyenler onu âdeta çileden çıkarırdı. Niçin açık etmeyeyim, bu dil faciası, bu telaffuz keşmekeşi karşısında ben de aynı ızdırabı yaşıyorum. Yine aynı konuyla ilgili olmak üzere bir hatıramı kısaca nakledeyim. Bir gün, TRT televizyonlarının birinde, Yavuz Bülend Bey’le birlikte bir program yaptık. Tam sohbete başlayacağımız sırada Yavuz Bülend Bey kulağıma eğildi ve yavaş bir sesle:
“Dursun Bey, konuşma bitene kadar ikimiz de “şey” kelimesini asla kullanmayacağız” diye bir ikazda bulundu. Eh, ikimiz de sohbetin bitimine kadar asla ve kat’a “şey” demedik. Bunun üzerine, orada bir köşede bizi dinlediğini farketmediğimiz mûsıkişinas bir hanım, yanımıza geldi ve böyle güzel bir konuşma yaptığınız için sizleri tebrik ederim, dedi. Bu satırlarla tabii ki kendimi övmüş olmuyorum, Yavuz Bülend Bâkiler’in Türkçe hassasiyetine vurgu yapıyorum.
Aşağıdaki satırlarla da yine kendimi öne çıkarmış olmayacağım, aksine onun vefasına, takdir duygusuna ve paylaşmaktan zevk alma özelliğine işaret edeceğim.
Daha önce Kubbealtı Yayınları arasında neşredilen “Sohbet Tadında” isimli kitabımın yeni baskısı için hazırlık yapıyordum. Bazı ilavelerde bulunmak maksadıyla dosyaları karıştırırken bir sürprizle karşılaştım. Yavuz Bülend Bey, bu kitabımı okumuş, 22 Temmuz 2012 tarihli Türkiye gazetesinde bir yazı yazmış. Ben de onu kesip saklamışım. Yakında Ketebe Yayınları arasında çıkacak olan bu kitabımın yeni baskısının başında bu yazı da yer alacak. Müsaade ederseniz giriş kısmından birkaç cümleyi nakledeyim:
“Birkaç günden beri elimde Dursun Gürlek’in ‘Sohbet Tadında’ isimli kitabı var. Kubbealtı Vakfı tarafından ikinci baskısı yapılan kitap 248 sahife. Dursun Gürlek, 23 ayrı konuyu, bir sohbet sıcaklığıyla ele alıp anlatıyor. Ama ne kadar sıcak, samimi, güzel bir üslupla konuları dile getiriyor. Diyebilirim ki, şu son aylarda büyük bir zevkle ve dikkatle okuduğum kitapların başında Gürlek’in Sohbet Tadında isimli kitabı yer alıyor. O kadar ki, kitapta bir bölümü okurken, ikinci bölümü merak ettiğim veya ikinci bölümü bitirmeden üçüncü sohbete can atmaya başladığım çok oldu. Yani her bölüm veya konu, kendisinden sonra gelecek bölümü âdeta iple çektiriyor. Bana göre bunun çok önemli iki sebebi var. Evvela, Dursun Gürlek, bizim kültür dünyamızın konularından bazılarını seçerek sohbete koyuluyor. Sonra ele aldığı konuları canlı, sade, güzel bir Türkçe ile anlatmaya çalışıyor. Bu, çok mu önemli diyeceksiniz? Önemli kelimesinin kuvvetinden bin kere daha önemli! Yunus Emre, ne kadar doğru söylemiş:
Söz ola kese savaşı / Söz ola bitire başı.
Söz ola ağulu aşı / Bal ile yağ ede bir söz”
Yavuz Bülend Bâkiler’in şiir, nesir hemen bütün kitapları kütüphanemde yer alıyor. Rahmetli “nesir” karşılığı olarak kullanılan “düz yazı” dan hiç hoşlanmaz, eğri yazı var mı ki, diye sorardı. Bendeki kitaplarının birçoğunun imzalı olduğunu bu vesileyle belirteyim. İzninizle birkaçının isimlerinden ve imzalarından bahsedeyim. “Arif Nihat Asya” adındaki kitabını 16.9.2007 tarihinde “Muhterem Dursun Gürlek kardeşime sessiz sedasız bir kitap daha” diye imzalamış. “Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamar” isimli eserini 9.9.2009’da “Muhterem Dursun Gürlek’in işlek kalemine benzemeye çalışan bir hatıra kitabı: Saygıyla” diye takdim etmiş. “Vay Başıma Gelenler” ünvanlı eserini 18.10.2021’de “Eserlerini zevkle okuduğum Dursun Gürlek kardeşime yüreğimin sesiyle yazdıklarımdan birkaç örnek” diye lütfetmiş. “Serdengeçti Geldi Geçti”sini 8.3.2019’da “Çalışmalarını, eserlerini zevkle okuduğum gönül kardeşim Dursun Gürlek’e yeni bir kitabımı zevkle imzalıyorum” cümlesiyle göndermiş.
Yavuz Bülend Bâkiler Bey’in bazı kitaplarını çifter çifter, hatta üçer üçer almışım. Mesela Türkistan Türkistan, Üsküp’ten Kosova’ya isimli kitapları bu gruba giriyor. Bunların içinde de bazı kimselere imzaladığı nüshalar da var. Mesela Türk Edebiyatı Vakfı’nın yayımladığı Türkistan Türkistan’ı 2.9.1987 tarihinde “Muhterem Tekin Erer Ağabeyime Türkistan’dan bir selam” diye imzalamış. Tekin Erer, o yıllarda ünlü bir gazeteci olarak biliniyor ve Son Havadis’te köşe yazıyordu. Bunların dışında da bazı imzalı kitaplarını, imzalı oldukları için aldım. Bu kişiler hayatta oldukları için isimlerini yazmıyorum. Kendisine imzalanan bir kitabı daha yaşarken elden ve evden çıkarmanın ne anlama geldiğini kitap meraklıları çok iyi bilirler. Her ne ise, bu bahs-i diğer…
Şairimiz bazı şakaları yahut nükteleri öyle ciddi bir üslupla anlatırdı ki, siz onları gerçek sanırdınız. Mesela bir gün, bizde kitap okuyanların az olduğunu, evlerde kütüphane bulunmadığını anlatırken yanındakine dönüp, eh bu da normaldir, çünkü İslam’ın ilk emri “ikra- oku” değildir, “la tekra – okuma”dır diyor. Yanındaki zat, tam bir cehalet örneği sergileyerek, ya öyle mi, bak ben bunu bilmiyordum, karşılığını veriyor. Bu akademisyen, İslam’ın ilk emrinin “okuma” olduğunu böylece öğrenmiş (!) oluyor. Yavuz Bey’den böyle güldürücü ve öldürücü birçok anekdot dinledim.
Yavuz Bülend Bakiler’in diğer bir özelliği de cesurluğu idi. Tek parti devrinde okullarda ders kitabı olarak okutulan tarih kitaplarındaki yalanları, yanlışları, hurafeleri televizyon ekranlarında bizzat belgeleriyle göstererek teker teker açıklıyor, böylece ezber bozmadaki ustalığını gösteriyordu.
İşte bunun için, cenaze namazı, Bağlarbaşı İlahiyat Camii’nin avlusunda çok büyük bir kalabalıkla kılındı ve tekbirlerle, tehlillerle memleketi Sivas’a uğurlandı.
Mekânı cennet, makamı âli olsun.
Şimdi sıra, onun dört başı mâmur bir biyografisinin yazılmasına geldi.


