Yâ Hazreti Mevlânâ! Dursun Gürlek
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuruda bulunuyor.
Gerçek anlamda ilimle ve kalemle meşgul olan herkes bilir ki, hakkında en fazla neşriyat yapılan İslam büyüklerinden biri de Mevlânâ Celaleddin-i Rumi’dir. Onunla ilgili yazılan yazıların, hazırlanan kitapların, yerli ve yabancı kalem erbabı tarafından yapılan araştırmaların tam bir envanterini çıkarmak için bir komisyonun kurulması ve yıllarca mesai harcaması gerekir.
Mevlânâ, Mevlevilik ve Mesnevi konusunda bazı dergilerin özel sayılar hazırladıkları ve bunların güzel yazılarla süslendiği bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor. Bu satırlar kaleme alınırken masamda bulunan iki özel sayı, bizden de bahset diye sesleniyordu. Bunlardan biri Temmuz 1964 tarihli “Türk Yurdu” dergisi, diğeri de Peyami Safa’nın çıkardığı “Türk Düşüncesi” idi.
Türk Düşüncesi’nin ilk sayfasında Peyami Safa’nın “Yâ Hazreti Mevlânâ” başlıklı şu yazısını görüyoruz:
“Bir fincan deniz suyu, deniz hakkında tam bir fikir vermekten ne kadar uzaksa, Türk Düşüncesi’nin sana tahsis edilen bu sayısı da senin engin ve kavranamaz bütününü o kadar karanlıkta bırakacaktır.
Bunu biliyoruz. Maksadımız, ölüm yıldönümün münasebetiyle seni ve sana ait eserleri baştan başa okumak imkânından mahrum olanlara senden seçme birkaç fikir ve heyecan damlası sunmaktır.
Türk Düşüncesi, birinci sayısından beri senin yolundadır. Hudutlu aklın, hudutsuz gerçeği kavrayamayacağını anlayan bu asrın dünyası da senin yolundadır. Biz, Türk Düşüncesi’ni sana ve dünyanın bugünkü temayüllerine bağlayan bir bitişme noktasının gerektirdiği sentez ihtiyacını duymuş bir avuç fakiriz ve dergâh-ı izzetine, dergimizin bu sayısı ile birlikte kalbimizi de koyuyoruz.
Bizim de yol göstericilerimiz seninkilerdir. Akıl ve aşk. Yalnız akıldan doğan şeyin soğuk bir matematik disiplininden ve onun yaratıcı heyecanları kurutan veledi makine medeniyetinden başka bir şey olamadığını yirminci asır filozofları gördüler. Donmak tehlikesine uğrayan insan ruhunu ısıtmak için, akıldan aşka, maddeden mânâya, dar ilimcilikten metafiziğin şiirine, yani sana doğru bir dönüş bizim rotamızı çizmektedir.
Sen hiçbir asırda bugünkü kadar aktüel ve evrensel olmadın. Sanki dünyaya yedi asır evvel gelmiş olmak gibi bir hoş sabırsızlığın temsilcisisin. Sen dün değil, bugünsün. Bugün de değil, yarınsın. Zaman sana doğru ilerliyor. Bir pembe şafak çizgisinin arkasında senin yeniden doğmaya hazırlanan ihtişamlı varlığının sisli gölgesini görür gibi oluyoruz.
Ey Hak ve aşk güneşi, doğ; bir nur tufanı gibi karanlık dünyamızı aydınlığa boğ; koş imdadımıza, üşüyen ruhlarımızı o sıcacık maneviyatınla sar, sarmala. Tabiyatı ve maddeyi fethedeyim derken ona kul köle olan ve medenileştikçe bir bakıma canavarlaşan günahkâr insanın ruhuna dol. Onu ısıt, onu aydınlat, onu yücelt, onu Allah’a yaklaştır.”
Kalemine sağlık, kabrine nur yağsın ey Peyami Safa. Bu yazınla hüşyâr gönüllere bir kere daha safa verdin.
Türk Düşüncesi’ndeki diğer yazıları ve yazarlarını da sıralayalım. Hilmi Ziya Ülken “Mevlânâ ve Muhiti”nde bizi dolaştırarak Hazretin, ihatasının ne kadar geniş olduğunu gösteriyor. Âsaf Halet Çelebi, “Mevlânâ ve Şems İlişkisi”ni izah ederek Tebriz’den doğan güneşin bütün dünyayı nasıl aydınlattığını dile getiriyor. Abdülbaki Gölpınarlı, Veled Çelebi İzbudak’ın Mesnevi tercümesine yazdığı önsözden bizi haberdar ediyor. Abdülkadir Karahan “Mevlânâ ve Eski Edebiyatçılarımız” başlıklı makalesiyle eski edebiyatçılarımıza yeni şeyler söyletiyor. Elif Naci’nin “Mevlânâ’nın Portreleri” isimli yazısı ilgiyle okunuyor. Sermet Sami Uysal’ın “Mevlânâ’nın Muhiti ve Izdırabı”nı konu edinen yazısı, bu gönül sultanının aynı zamanda büyük muzdaripler kâfilesine dahil olduğunu hatırlatıyor.
Bu dergide en ilgi çekici yazılardan biri de “Mevlânâ İçin” başlığını taşıyor. Sizlerin de hayretle, hatta takdirle okumanız için Hasan Âli Yücel’in yazısını aşağıya alıyorum:
“Mevlânâ baştan başa bir aşk alevidir. Divan-ı Kebir’deki gazellerinden hangisini okusak, o alevin içine girmiş oluruz. Yanarız. Şiirinin ritmi öyle çekici, öyle sürükleyici, öyle kendi içinde yok edicidir.
Şair demek öyle ehl-i hâle
Îrâs-ı nakîsadır kemâle
Ziya Paşa’nın bu beytinde gördüğümüz gibi, şiir onda ilahi bir renk almıştır. Dostu Şems, Mevlânâ’nın şiirlerinde ancak bir remizdir. Allah aşkının kâmil bir kulda temerküzüdür. Divanına “Divan-ı Şemsü’l – Hakayık” adı verilmesi sadece böyle tefsir edilebilir. Olur olmaz kimselerin birbirine âşık olmasının özleyişleri sanılmamalıdır. Tebrizli Şems, esasen yanmaya hazırlanmış semavi bir cirme düşen bir kıvılcım olmuştur. O kadar!
Makâlât’ındaki şu sözler o kıvılcımdan saçılan ışıklardır:
‘Marifet, kalbin Allah ile olmasıdır. Diriyi öldür ki, o cesedindir. Ölüyü dirilt ki, o kalbindir. Hazırı gâib et ki, o dünyadır. Gâibi hazır kıl ki, o âhirettir. Varı yok et ki, o heva ve hevestir. Yoku var et ki, o da niyettir. Marifet gönülde, şehadet dilde, hizmet âzâdadır. Eğer cehennemden kurtulmak istersen itaatte bulun. Eğer şefaat istersen niyet et. Eğer Mevla’yı istersen O’na teveccüh eyle ki, o saatte bulasın. Beni tanıyan, beni bulmayı kasteder. Beni arayan beni bulur ve benden başkasını istemez.’
Dini ve ibadeti makineleştirmiş olanlar, bu sözlerle dini ve ibadeti aslına, yani Allah sevgisine götürmek dâvâsında olanı tutmadılar. Onu ancak Mevlânâ anladı ve takdir etti. Bugün her zamandan daha çok, daha anlayışlı bir davranışla Mevlânâ’daki Allah aşkına gönül vermiş bulunuyoruz. Onu severek Allah’ı sevme terbiyesini alıyoruz. Daha doğrusu onunla Allah’ı seviyor ve sevmesini öğreniyoruz. Mevlânâ bizim için Allah yolunda büyük terbiyecimizdir. Sevilmez mi?
Mevlânâ şiiri, mûsıkiyi ve raksı ibadet haline getirmiştir. Her ne ki, Allah için yapılır, o ibadet değil midir? Her ne ki, Allah için değildir – velev ki şekli ibadet olsun – o isyan sayılmaz mı? Bu büyük hakikati hiç kimse onun kadar hayat ve hareketleriyle bütün insanlığa göstermiş değildir. Mevlânâ, güzelde, iyide, kemalde Allah’ı bulmuş ve duymuştur. İnleyen rebabın sesini onun gibi duyan, nasıl coşmadan durabilir? O ses, bir hatif sesi olunca onun geldiği tarafa varlığı götürmekten başka ne yapılabilir?
Sema için Şems der ki:
‘Hal ehline, Hakk’ın tecellisi semada fazla olur. Onlar, kendi varlıklarından ayrılırlar. Semâ, onları başka âlemlerden de ayırır ve Hakk’ın cemaline eriştirir. Semâ, haram, mübah ve farz olmak üzere üç kısımdır. Manevi bir halin zuhuruna vasıta olmayan semâ haramdır. Öylesini yapanın eli, ayağı cehennemde azap görür. Duyarak yapılan semâda el açmış olan da elbette cennete gider. Mübah olan, riyazet ve züht erbabının semaıdır ki, onlara rikkat verir, göz yaşı döktürür. Farz olan semâa gelince, bu, hal ehlinin semâıdır. Beş vakit namaz, Ramazan orucu ve zaruret halinde yemek içmek gibi farzdır. Zira onlar bunsuz yaşayamazlar?
Ne gariptir ki, Mevlânâ öldüğü günde yeniden doğuyor. 1273’ten bu yana geçen 681 yıl içinde bir saniye bile ölmedi. Bunu, ölmüşün dirilmesi sanıp da tenasüh batıl itikadıyla tefsir edeceklere şaşmalıdır. Bir insan topluluğunun, hatta bütün insanlığın Büyük Hakikate olan özleyişini bu derece ifadeye kuvvetle muktedir olmuş bir ruhun sahibi ölebilir mi? Ölmek elinde midir? Onun için Mevlânâ bu mânâ ile ne ölmüş, ne de öldürülebilmiştir. Ömrü, onun yüce nefesini içe içe bugüne varanlar da öylece diridirler. İlahi aşkın lezzetini ondan tadanlar, bugünler de onun ebedi karargâhına sefer ettiler. Doya doya onun civarında içli ve duygulu demler sürdüler. Çünkü orası âşıkların kâbesidir. Hangi eksik insan oraya giderse noksanını tamamlar, kâmil hale gelir.”
Not: Bu yazı Cumhuriyet gazetesinde yayımlandı.


