Ayasofya nasıl yıkandı? Dursun Gürlek
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak açıklama yapıyor.
İlk inşa edildiği tarihten günümüze gelene kadar kendisinden en çok bahsedilen, şu veya bu vesileyle sık sık gündeme gelen tarihi mabetlerden biri de Ayasofya’dır dersek bir gerçeği dile getirmiş oluruz. Ayasofya kilise iken de cami olduktan sonra da, fetret devri diyebileceğimiz müzelik döneminde de kendisini hiç unutturmamıştır. Bundan beş yıl önce tekrar asli kimliğini kazanıp İslam mabedi olduktan sonra da bu özelliğini, yani gündemi meşgul etmeyi sürdürüyor. Son olarak bir meczubun (!) Ayasofya’yı yakma teşebbüsünde bulunduğunu, muhtemel fâcianın son anda önlendiğini medyadan öğrendik.
Baştan başlayacak olursak, Jüstinyen’den önce yapılan Ayasofya’nın birkaç yangınla kül olduğunu biliyoruz. “İstanbul Kültür ve Sanat Ansiklopedisi”nde Ayasofya’nın başına gelen felaketler anlatılırken şu satırlara da yer veriliyor:
“Ayasofya’nın talihsizliği bitmiyordu. Tarihte uğradığı bir başka büyük talihsizlik Latinler’in İstanbul’u istilasıyla başlar. 1204 yılında Hz. İsa’nın doğduğu mukaddes toprakları Müslümanlardan kurtarmak için Dördüncü Haçlı Seferini açan Hıristiyanlar, yolları üzerindeki İstanbul’a girince, gördükleri zenginlikler karşısında âdeta çılgına döndüler. İhtiraslarını yenemeyerek vahşi hayvan sürüleri gibi etrafa saldırdılar. Ayasofya’yı yakıp yıktılar. İçerisindeki son derece değerli eşyayı yağmaladılar. Hatta duvarlardaki altın haçları, kapılardaki altın ve gümüşleri söküp aldılar. Bu soyguna rahiplerden katılanlar bile oldu. Kısacası, Ayasofya soyulup, bir enkaza çevrildi. 57 yıl süren Latin istilası 1261 yılında sona erdiği zaman İstanbul âdeta bir viraneye dönmüştü. Ordusundaki Türk soyundan olan kumandanların yardımıyla Bizans’ı Latinler’den temizleyen İmparator Paleolog, Ayasofya’nın onarılmasını emretti. Fakat Bizans öylesine yoksul kalmıştı ki, devletin gücü mabedin eski haline dönüşmesine yetmedi, yıllarca bakımsız ve harap kaldı.”
Ayasofya asıl büyük mutluluğunu İstanbul’un fethiyle yaşadı ve bu tarihi kilise, Fatih ve şanlı ordusu sayesinde İslam’ın nuruyla yıkanarak küfür zifosundan bir güzel temizlenmiş oldu. Tarihin seyrini değiştiren bu fetih hadisesi Nazım Hikmet’i bile galeyana getirip ona “Sekiz yüz elli yedi” başlıkla şu şiiri ilham etti:
İslam’ın beklediği en şerefli gündür bu;
Rum Konstantıniyyesi oldu Türk İstanbul!
Cihana karşı koyan bir ordunun sahibi
Türk’ün genç padişahı, bir gök yarılır gibi
Girdi “Eğrikapı”dan kır atının üstünde;
Fethetti İstanbul’u sekiz hafta üç günde
O ne mutlu mübarek bir kuluymuş Allah’ın
“Belde-i Tayyibe”yi fetheden padişahın
Hak yerine getirdi en büyük niyâzını
Kıldı Ayasofya’da ikindi namazını
İşte o günden beri Türk’ün malı İstanbul
Başkasının olursa yıkılmalı İstanbul!
Fatih’in fetih yâdigârı olarak Türk milletine hediye ettiği Ayasofya, Cumhuriyet devrinde müzeye çevrilmek suretiyle en hüzünlü yıllarını yaşadı. O netameli günlerde yıkılma tehlikesi bile geçirdi. Tekrar kilise görünümüne sokmak için dört minaresinin dördünü birden yıkmak için teşebbüse geçildi. Bu cinayeti haber alan İbrahim Hakkı Konyalı ve bir iki arkadaşı derhal harekete geçti. Konyalı, hükümete gönderdiği dilekçede “Minareler yıkılırsa, Ayasofya’nın yıkılması da muhtemeldir. Eğer böyle bir şey olursa Avrupalılar, Türkler Ayasofya’yı yıktılar diye dünyayı ayağa kaldırırlar” diyerek bu vahim teşebbüsü önledi.
Öfkenizi sevince çevirmek için şu hususu da belirtmek istiyorum. Ayasofya müzeyken de -kısmen bile olsa- ibadetten mahrum kalmadı. Halkımızın Ayasofya hasretine ve bu husustaki neşriyatın gittikçe artan sıkıştırmalarına dayanamayan devrin idarecileri mabedin bir bölümünü ibadete açtılar ve yıllar sonra minarelerinden ezan sesleri yükselmeye başladı. Bu gelişme de Türk kamuoyunda büyük bir heyecanla karşılandı. Köşe yazarları konuyu sütunlarına taşıyarak bu kutlu heyecanı daha da artırdılar. Mesela, merhum Ergun Göze, 11.8.1980 tarihli ve “Ayasofya Yıkandı” başlıklı yazısında duyduğu sevinci şöyle dile getiriyordu:
“Kılıçlı Peygamber Aleyhisselam’ın manevi işareti ve müjdesi istikametinde, Murad oğlu Fatih Sultan Mehmed Han tarafından fethedilmiş olduğu 29 Mayıs 1453’te camiye çevrilmişken Cumhuriyet devrinde müze haline getirilmiş bulunan Ayasofya 14. Hicri yüzyılın son Ramazanının son cumasında tekbirler, tehliller, salavatlar,
âyetler ve dualarla yıkandı.
Kültür Bakanlığı, Ayasofya Hünkâr Mahfili ile Birinci Mahmud Mescidini 8 Ağustos’ta ibadete açmaya karar vermişti. Bu vesile ile Ayasofya Cami-i Şerifi’nin bir kısmında da olsa Cuma namazı kılınacağını duyan İstanbul halkı fevc fevç Sultanahmed Çeşmesi ile Topkapı Sarayı arasını doldurmuştu.
Cuma hatibi, Hendekli Abdurrahman Efendi idi. Hendekli, Bayezid Camii’nde de Cuma hutbesine belinde kılıç ile çıkardı. Bu, o beldenin sulhen değil, harben alındığının işareti, şüheda ruhlarının da ta’ziziydi. Hendekli’nin bu sefer kılıç takıp takmadığını görmedim. Çünkü biz Hünkâr Mahfili’nde idik. Kültür Bakanı sevgili arkadaşım Tevfik Koraltan, Müsteşar muhterem Prof. Emin Bilgiç, Müsteşar muavini Yavuz Bülend Bâkiler, Râbitatü’l – A’lemül- İslami Genel Sekreter Yardımcısı Muhammed Saffet Saka Emini Beyefendi, Suudi Arabistan Sefiri Kebiri Exelans Avadi, Urfa Milletvekili Salih Özcan, Elazığ Milletvekili Tahir Şaşmaz ve seçkin bir kalabalık Hünkâr Mahfili’nde idik. Hendekli’nin okumaya başladığı âyetlerle Ayasofya yıkandı, temizlendi.
Pir-i pâk oldu. Cemaatin büyük bir coşkunlukla getirdiği salavatlar, tekbirler ve tehlillerle iman tazeledi. Hele Ayasofya minarelerinde senelerce sonra Cuma ezanının okunuşu bütün ruhları heyecanlandırdı. Gönlüme Yahya Kemal’in mısraları doldu:
Emr-i bülendsin ey Ezân-ı Muhammedi
Yetmez sadâna cihân-ı Muhammedi
Hendekli, hutbesinde bu mübarek binada yeniden namaz kılınmasının, secdeye varılmasının ne büyük bir mazhariyet olduğunu tekrar tekrar işaretledi. Cemaat içinde herkes bu idrakin derin vecdine dalmıştı. Namazdan sonra Hendekli’nin uzun bir duasını da dinledik.
Bütün İslam âlemini içine alan, kavrayan bir dua ‘Yâ Rabbi, bizden başkalarının da Müslüman olduğunu, bizden çok daha iyi Müslümanlar olabileceğini unutmayan kullarından eyle’ cümleleri de bulunan bir uzun dua.
Hırka-i Saadet Dairesi’nde artık dört asır olduğu gibi, devamlı Kur’an okunuyor. Ayasofya minarelerinden ezan okundu. Hünkâr Mahfili’nde Cuma namazı kılındı.
15. Hicri asra yaklaşırken çok mânâlı işaretler ve gelişmeler. Tabii bu gelişmeler arasında çok acıları da var. Mesela Kudüs’ün durumu. İsrail Kudüs-ü Şerif’e ve Mescid-i Aksa’ya istediği gibi tasarruf ediyor.
Hele İsrail, Kudüs’ü başkent yapınca Türkiye’nin Ayasofya’yı tekrar cami haline getirmesine dışardan hiçbir reaksiyon gelmez. Ayasofya’yı biz camilikten çıkardık, müze yaptık diye sefirlerimizi öldürmekten vaz mı geçtiler? Hendekli, duanın Fatihasını İstanbul müftüsüne bıraktı. Hünkâr Mahfili’ndeki Ekrem Hakkı Ayverdi Beyefendi ise, duadan sonra çok haklı ve yerinde bir ikazda bulunarak Peygamber müjdesi kazanmış Fatih Sultan Mehmed için bir Fatiha niyaz etti. Anladım ki Fatih gibi dünya şartlarını anlayan ve değiştirmek iktidarında bulunan ‘recül’den başka eksiğimiz yok. Ayasofya bu Ramazanın son cumasında tekbirler, tehliller, âyetler, hadislerle yıkandı, temizlendi. Mermerlerinde de bizim alnımız, secdede ruhlarımız temizlendi, kanatlandı.”
Seleflerinden hiçbirinin açmadığı, açamadığı Ayasofya’yı camiye çevirdiğine göre, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la bu tek eksiklik de giderilmiş olmuyor mu?
Kâmûs-ı Türki’de recül’ün ikinci anlamı ehil, muktedir
diye belirtiliyor.


