Karacaahmet’in Servileri: Şehrin tarihine bir katkı Yeni Şafak Kitap Eki Haberleri
Yenisafak sayfasından elde edilen bilgilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuru yapıyor.
ALİM KAHRAMAN
Kültürümüzde servi ağacının ayrı bir yeri vardır. Siyah servi daha çok bir mezarlık ağacı olarak biliniyor artık. Ölümle beraber anılıyor. Halbuki öyle değil. Dekoratif özelliğiyle Türk bahçesinin vazgeçilmez bir peyzaj ögesidir servi aynı zamanda. Divan şiirinde gülü karşılayanlar listesinde yer alır. Boyu, endamıyla sevgiliye benzer. Salınışıyla bahçede gezinen sevgiliyi hatırlatır. Varlığı ve yeşil elbisesiyle huzur verir. Boyu elif harfi gibi düzdür. Bu özelliğiyle doğruluğun ve Allah’ın ilk harfinin sembolüdür. Koyu gölgesiyle serinletir, ferahlatır. Fuzûli’nin şu beytinde bir bahçe ağacı olarak servi, dalları arasına yuva yapan kumru ve ayağının dibinden akıp giden suyla tasvir edilir; bir bahçe canlanır gözümüzün önünde, anlam o tablodan çıkarılır: Serv serkeşlük kılur kumrı niyāzından meger/Dāmenüň tuta ayaġına düşe yalvara su. (“Servi, kumrunun [âşığın] niyazından yüz çevirmiş, onunla ilgilenmemiş; o zaman su gidip servinin eteğine yapışsın ve âşıkla ilgilenmesi için yalvarsın.”
YAHYA KEMAL’İN DİZESİNDEKİ SERVİ
Yahya Kemal, “Rindlerin Ölümü” adlı şiirindeki Ve serin serviler altında kalan kabrinde/Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter dizelerinde geçen “serin” kelimesini şiiri yazdıktan bir zaman sonra bulabilmiştir. Şiirin ilk halindeki “siyah serviler altında” söyleyişi onu rahatsız edip durmuştur. “Serin” kelimesini bulunca ferahlar ve rahatlar; şiir o zaman tamamlanmış olur.
Çınar ağacı gibi servi de uzun ömrüyle biliniyor. Altı-yedi yüz yıl yaşayan örnekleri var dünyada. Uzun ömürleriyle eski dünyadan günümüze ulaşan ağaçlar bunlar. Konuşabilseler neler anlatacaklar kim bilir bizlere. Belki de konuşuyorlar, onları duyacak kulak yok bizde.
Etrafımızda çok şükür hala yaşıyor bu ağaçlardan bazıları. Eski dünyadaki bütünlüğü bozulmuş peyzajlar içinde olsa da. Bunlardan biridir Karacaahmet Mezarlığı; hala bir servi denizi gibi şehrin göbeğinde. Acaba bugün gördüğümüz çınarların, servilerin hepsi tarihî ağaçlar mıdır? Hepsinin kişisel bir tarihi vardır mutlaka, acaba ne kadar geriye gidiyor bu tarih. Beykoz’la ilgili çalışmamı yaparken, Beykoz’daki Hünkar İskelesi’nden Tokat köyüne uzanan Hünkar yolunun iki tarafındaki tarihî çınarların XX. Yüzyılın başında bir bir dünyamızdan çekildiklerini, bugünkü çınarların onların yerine daha sonra dikildiğini öğrenmiştim. Yani yüz yaşında bugünkü çınarlar ancak. Sahaflar Çarşısı’nın içindeki çınar ağacının da 1950’li yıllarda dikildiğini bana Orhan Okay söylemişti. Zeynep-Kamil’deki bazı çınar ağaçlarının çocukluğunu hatırlıyorum ben de (48 yıl oldu bu semte yerleşeli). Bunlar gibi, Karacaahmet Mezarlığındaki servilerin de bir tarihi olduğunu bundan on sene kadar önce, gazete taramalarım sırasında öğrendim. Bu yazı o bilgileri paylaşmak için yazıldı aslında. Şehrin tarihine bir katkı olsun diye.
KAR FIRTINASI
Refi Cevat Ulunay 1942’de bir gazetede yazdığı “Rüzgar” başlıklı yazısında, iki günden beri “sebebi bilinmeyen bir şeye kızmış sinirli, hırçın bir kadın”a benzettiği rüzgarın kıyametler kopardığından söz ediyor. “Rüzgârın tabiatteki dört unsurun en kuvvetlisi olduğu böyle coştuğu zamanlarda belli olur. O ne kudrettir o! Şairler, sudan, topraktan, ateşten az çok bahsetmişler fakat nedense bütün kuvvetine hatta diğerlerine olan tahakkümüne rağmen edebiyatta baş sedire geçirilememiş..” diyor. (Ateş, su, toprak kayması, fırtına sınavlarından çokça geçiyor bugünlerde yine insanlık. Orman yangınlarının söndürülememesinde rüzgarın rolünü hatırladım bu satırları okurken.)
Konuya İstanbul ve Karacaahmet özelinde baktığım için 1936 yılı kışında yaşanan bir kar fırtınasının şehir üzerinde yaptığı tahribata getireceğim sözü. Güneşin açtığı, badem ve erik dallarının tomurcuklandığı bir yalancı yazın ardından (İstanbul hep yapar bunu) 11 Şubat 1936 gününün gecesinde hava birden soğur, kuvvetli bir kar fırtınası başlar. Şehir ve deniz, uğultu ve uluma seslerini andıran fırtınanın sarsılış ve çalkantılarını yaşar. Gece yaşanan tahribat ertesi gün ortaya çıkar. Birçok ev tahrip olmuş veya yıkılmış, beş yüzden fazla çatı uçmuş, başta Ayasofya, Sultanahmet ve Nuruosmaniye olmak üzere birçok cami minaresinin külahı kopmuş veya kubbe kurşunları yırtılmış, Unkapanı Köprüsü’nün dubaları koparak Haliç’e dağılmıştır. Batan ve bağını kopararak birbirine bindiren deniz araçlarının haddi hesabı yok!
FIRTINADA YIKILAN SERVİLER
O gece bir şey daha olur, binlerle ifade edilen ağaçlar devrilir. Bunların başında Karacaahmet Mezarlığı’ndaki ulu serviler gelmektedir. Ercüment Ekrem o günlerde yazdığı bir yazıda devrilen servi sayısının 2250 olduğunu belirtiyor. Belediye devrilen bu 2250 ağacı satılığa çıkaracaktır. İşin daha da acı tarafını Hakkı Süha Gezgin yazıyor o günkü köşesinde: Fırtınanın yıktığı büyük ağaçlardan biri de Fatih Camisi’nin büyük avlusunda yatmaktadır. On iki-on üç yaşındaki çocuklar ellerine geçirdikleri keskilerle, kar ve soğuğa aldırmadan, evlerini ısıtma derdine düşmüşler, koparabildikleri dalları yanlarında getirdikleri çuvallara doldurmaktadırlar.
Karacaahmet Mezarlığındaki servilerin fırtınadan devrilişi sonrasını ise 1940 yılına ait küçük bir gazete haberinden okuyoruz: “Karacaahmet’teki servilerden iki bin tanesi üç sene evvelki fırtınada yıkılmıştı. Bunların yerine yeniden servi dikilecektir.”
Daha önce o dönemde çekilen Üsküdar’a ait hava fotoğraflarından birinde Karacaahmet Mezarlığı’nın bir adası da görünüyordu. Aralıklarla dikilmiş fidanlar görünüyordu orada. Adeta çıplak gibiydi mezarlık. Bir anlam verememiştim buna. 1936 kışı fırtınasına gazetelerde rastlayıp araştırdıktan sonra o fotoğraftaki manzara kafamda yerine oturmuştu. Herhalde, dört senenin ardından yeniden dikilen servilerdi o fidanlar. Buna göre, bugün Karacaahmet Mezarlığı’nda gördüğümüz birçok servinin henüz yüz yaşını doldurmamış o ağaçlar olduğunu söyleyebiliriz.
Tüm bunları niçin yazdım? İnsanoğlu bir yerin yerlisi olmaya başlayınca etrafına daha dikkatli bakmaya başlıyor herhalde. Aliya İzzet Begoviç’in bir sözüyle son vereyim bu yazıya. Begoviç, bir ağaç kadar bile bu dünyaya ait değiliz, diye yazıyordu. Öyle!


