Kokular hayattır Gökhan Özcan
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak haber yayımlıyor.
Yüksek tepelerden, ağaçlıklı yollardan kıvrıla kıvrıla inersiniz aşağılara doğru. Sonra birden otomobilin açık penceresinden deniz kokusu gelir. Bu denizin yolcuları karşılamasıdır. Denizi olmayan bir iklimden denizi olana geçtiğinizi anlarsınız. Denizin nemli, tuzlu kokusu… Yanında denize dair bildiğiniz ne kadar şey varsa getirir hafızanıza bırakır. Güzeldir bunu yaşamak, denizin uzun süredir görmediğiniz çok sevgili bir dost gibi aniden gelip boynunuza sarılıvermesi…
Hayatı kokularla yaşamak, şeyleri kokularından bilmek, bazı duyguları size o duyguları yaşatan şeylerin kokularıyla hatırlamak… Hâlâ böyle şeyler var mı hayatımızda? Kokuları, bizde bıraktıkları izlerle, hatıralarla, zamanlarla birlikte hafızamızda biriktiriyor muyuz hâlâ? Sanki pek fazla yapmıyoruz bunu artık. Belki büyük şehirlerin içinde daha çok makine, asfalt, beton, is, kir bulunan baskın kokuları siliyor kendini sakınan, bağırgan olmayan, buna ihtiyaç duymayan başka kokuları. Ne yazık? Yüzlerce şiir ilk adımını bir şeylerin kokusuyla atmıştır oysa. Birçok roman içine nice kokuların karıştığı tasvirlerle açılır. Nice öyküyü içindeki kokular olmadan düşünemezsiniz. Hayatı kavrarken, şeyleri kavrarken, yaşadıklarımızı hafızamıza kaydederken bütün bu karakteristik ayrıntılara ihtiyacımız var. Yoksa tam olmaz hiçbir şey, eksik kalır. Eksik kalırız. Kokuları özenle, oldukları gibi saklamalıyız içimizde. Kokulardan hayatı okumayı bırakmamalıyız. Çünkü hayatı hayat kılan her şeyin kendince bir kokusu var ve böyle olmasının da mutlaka sebebi var.
“Bir kitabı neye dayanarak değerlendiririz? Kokusuna göre, zira bir dolu kitabın üstüne okuma salonlarının veya masalarının o küf kokusu sinmiştir. Havasız, ışıksız odalar… Rafların arasına doğru düzgün nüfuz edemeyen hava bir de küfle, usul usul çürüyen kağıtların kokusuyla ve mürekkepteki kimyasal değişimle ağırlaşır. Buraların havası zehir yüklüdür. Bazı kitaplarsa ferah havayı solur; dışarının zindeleştiren havasını, ulu dağların rüzgarını, göğe uzanan sarp kayalıkların zangırdatan buz gibi soluğunu ya da çamların arasından geçen Güney yollarının taze ve serin sabah esintisini. Bu kitaplar nefes alır. Mağrur, ölü bir bilgeliğe bulanıp ağırlaşmamışlardır” diyor ‘Yürümenin Felsefesi’ kitabında Frederic Gros.
Baharın kokusu, taze domatesin kokusu, sofraya gelen zeytinin kokusu, her evin kendine özgü kokusu, mehtaplı bir gecenin, serin bir seher vaktinin kokusu, yağmurun ve yağmurla kucaklaşan toprağın kokusu, sokakları tutan ıhlamur ağacının kokusu, yeni doğmuş bir bebeğin kokusu, sevgilinin başka hiç kimsede olmayan kokusu, taze bir simidin, demini almış bir çayın, mutfaklardan gelen yemeğin kokusu, tezgâha dizilmiş elmaların kokusu… Her şey kokusuyla yer ediyor ve kalıyor hafızamızda. Bir kokuyu, bir eski hatıranın içinde, sanki o an kokluyormuş gibi yıllarca hatırlamak ne kadar olağanüstü bir şey!
Çiçekleri kokularıyla bilen, birbirinden ayırt edebilen biri belki bütün hayatın değil ama o işin bilgesidir. İçinde çiçeklerle geçirilmiş zamanlar, o zamanları çiçeklerle dolduran ilgiler, meraklar vardır. Hayata karşı özen vardır. Tabiatın bir parçasıyız biz ve tabiat çoğu zaman kokularla konuşur. Anlamak için o dili bilmek lazım. Neden lazım? Çünkü yeşerdiğimiz toprak aynı, ağaçlarla, bitkilerle, çiçeklerle kardeşiz biz. Öz yurdumuz tabiattır. Oraya yabancı kalarak asla serpilip yeşeremez, sağlıklı büyüyüp yaşayamayız.
“Sokaklara çıkıp eski kokuları arıyorum bazen” dedi beyaz saçlı adam, “birine rastlasam çocuk gibi seviniyorum!”

