Köy yumurtası, şehirli fiyatına… Özgür Bayram Soylu
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak açıklama yapıyor.
Ağustos ayı enflasyonuyla Türkiye ekonomisinin içine girdiği tablo, yalnızca rakamların diliyle değil, sokaktaki hayatın gerçekleriyle de okunması gereken derin bir yapısal krizle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. TÜİK’in açıkladığı %32,95’lik yıllık TÜFE oranı, yüzeyde iyimserlik yansıtıyor olabilir; ancak alt kalemlere bakıldığında, gıda, konut ve eğitim enflasyonundaki kalıcılık, dar ve orta gelirli kesimleri artık sıkıntıya sokan bir döngüyü ortaya koyuyor.
Ağustos ayı gıda, konut ve eğitim enflasyonu aslında her yıl olduğu gibi bu yıl da eylül ayında gelecek çığa işaret ediyor. Yağmur duası misali proteine kavuşmak için dua zincirleri kurulduğu, dengeli beslenmenin market raflarında mahsur kaldığı, gıda enflasyonunu bir türlü tüketemediğimiz bir dönemden geçiyoruz. Konut meselesi zaten başka bir boyutta. TÜİK her ne kadar “kira artış oranı %39,62” dese de, ev sahipleri öyle düşünmüyor. Gerçek hayatta %50’nin üzerinde artış isteyen ev sahipleriyle pazarlık yapan kiracılar için artık kontrat yenilemek değil, tahliye etmeye ikna olmamak başarı sayılıyor. Şansa kalan bir ayrıcalığa dönüşen barınma sistematik bir erozyona doğru hızla ilerliyor. Eğitim desen, “devlet okuluna yollarsak kurtarır” efsanesinin sonuna doğru ilerliyoruz. Her ne kadar sistem kayıt ücreti, yardımcı kaynak yok dese de var olduğunu ve ortaya çıkardığı yükün ne olduğunu biliyoruz. Kırtasiye, forma, servis, kantin… Derken çocuğun okula başlamasıyla beraber aile bütçesi de okula yatılı girmiş oluyor. Özel okul, kurs gibi şeyler artık orta sınıf için bile “hayal gücü egzersizi”ne dönüşmüşe benziyor. Enflasyon rakamlarının ötesinde iş gücü piyasalarındaki beceri ve nitelik uyumsuzluklarını da görünce eğitimin kendisinin değil, sadece masrafının büyüdüğünü çıplak gözle görür hale geliyoruz.
Bütün bu tablo, yalnızca ekonomik bir başarısızlıkla açıklanamayacak kadar sistematik ve ısrarla sürdürülen bir çarpıklık içeriyor. Gıda, konut ve eğitim gibi yaşamsal alanlarda derinleşen bu mali baskıların, ekonomi yönetimi tarafından görülmediğini değil, görmezden gelindiğini düşündüren bir tekrar ve tutarlılıkla yönetildiğini gözlemliyoruz. Bu da ister istemez, bu durumun yalnızca bir ekonomik tercih değil, toplumsal ve hatta siyasi sonuçlar doğurması arzulanan bir sürecin parçası olabileceği ihtimalini akla getiriyor.
Muhalefetin bu denli parçalı bulutlu seyrettiği bir atmosferde, umudun tek adresi olarak AK Parti’nin öne çıkması, ancak bu tabloyu kalıcı bir avantaja dönüştürmenin ekonomik refahın sağlanmasından geçtiğini gösteriyor.
G20 İÇINDE “İKİNCİ” OLMAK: BAŞARI MI, ALARM MI?
Türkiye, G20 ülkeleri arasında yıllık enflasyonda ikinci sırada. Birinci sırada Arjantin var; onun da malum, ekonomik çöküşle flörtü uzun süredir devam ediyor. İkinci sırada ise enflasyonu “kontrol altına aldık” diyen ama piyasada kimseyi ikna edemeyen, politika faiziyle poz verip güven vermeye çalışan Türkiye duruyor. Halk gıda ve barınma derdinde, sanayici krediye ulaşamadığı için yatırım yapamaz halde, ekonomiyse kağıt üstünde uçarken ayakta durmakta zorlanıyor. Bu tablo, kurumsal bağımsızlığın zedelendiği ve beklenti yönetiminin çöktüğü bir düzenin doğal sonucuna işaret ediyor. “Rasyonel zemine dönüyoruz” deniyor ama ortaya çıkan manzara gün sonunda hep aynı oluyor: yüksek faiz, yüksek enflasyon, düşük güven. Yani mantıklı başlayan hikâye, halkın cebinde tuhaf bir sonla devam ediyor.
KABAHAT KİMDE?
TCMB’nin politika faizi %43, enflasyon ise %32,95. Kâğıt üstünde “pozitif reel faiz” var gibi görünüyor ama vatandaşın ve reel sektörün yaşadığı gerçeklik çok farklı: ihtiyaç kredisi %66, ticari kredi faizi %54 civarında, yani faiz indirimi değil, faiz uçurumu var diyebiliriz. Politika faizi düşüyor ama bu gevşeme piyasaya yansımıyor; zira bankalar yüksek komisyonlar ve zorunlu paketlerle kredi maliyetini artırıyor, kredi arzının daralmış olması da cabası. Üstelik enflasyonun gerçekten düşeceğine dair inanç neredeyse hala yok. Sanayici ‘nefes’ arıyor ama oksijen tüpü çalışmıyor; ekonomik büyüme sürse de yılın ikinci yarısında ekonomi adeta suni teneffüste ve hâlâ bir refleks göstermiyor. Faiz oranlarının ötesinde sistemin bütününde derinleşen güven ve geçişkenlik krizi kendisini açıkça gösteriyor.
Morgan Stanley ve JPMorgan, eylül ayında TCMB’nin faiz indirimi beklentilerini 300 baz puandan 200’e çekti. Bu da uluslararası yatırımcıların Türkiye’nin dezenflasyon sürecine artık daha temkinli yaklaştığı izlenimini doğuruyor. Ancak bu tür beklenti güncellemeleri, adeta Türkiye’ye dışarıdan çizilen bir yol haritası gibi şekilleniyor. Oysa bugün, Merkez Bankası’nın yönünü dışarıdan gelen sinyallere göre değil, içerideki gerçeklere göre belirlemesi her zamankinden daha kritik. Artık bakılması gereken tek yer, ekonominin kendi mutfağı. Hizmet enflasyonu kontrolden çıkmışsa, her ay başka bir harcama kalemi hane halkını esir alıyorsa; bu tabloyu kurla, faizle ya da swap hamleleriyle yönetmeye çalışmak, yalnızca tabelayı değiştiriyor, gerçeği değiştirmiyor
Geldiğimiz noktada bu yazının başlığı içeriği ne kadar yansıtıyorsa, Merkez Bankası’nın “rasyonel zemine dayalı” yönetimi de hayatın içindeki iktisadi gerçekleri o kadar yansıtıyor. Gerçeklik kopmuş, bağlantılar kopmuş, ama hâlâ kabahat uygulanan politika bütününde değil, vatandaşta, sanayicide, esnafta aranıyor.
Bizde “biraz daha bükülebileceğini sandığı her şeyi kırmıştır insan”.

