Neden hiç gün yüzü görmüyoruz? Gökhan Özcan
Yenisafak sayfasından alınan bilgilere göre, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
“Hızın zaman kazandırdığı bir yanılsamadır. Bilakis zamanı hızlandıran acelecilik ve sürattir. Böylece zaman daha çabuk geçer ve iki saatlik bir telaş, günü kısaltır. Bölümlere ayrılmış her dakika lime lime olur, çatlayana kadar dolar. Bir saatin içine yığınla şey istiflersiniz” diye yazmış Frédéric Gros, ‘Yürümenin Felsefesi’ kitabında.
Her şeyi hızlı yapmak için gösterdiğimiz çabanın, bunun için geliştirdiğimiz teknoloji ve imkanların hayatımızı eskiden olduğundan daha yaşanır kılmadığının herhalde farkındayız hepimiz. Her şeyi daha hızlı yaptığımızda daha hızlı yapmamızı gerektiren başka şeyler çıkıyor sürekli önümüze. Bu döngü hiç durmuyor, hiç ara vermiyor ve hepimizi tüketiyor.
Hadi bir şeyleri hızlı yapmakla vakit kazandık diyelim; o durumda da boşa çıkardığımız o vakitlerde ne yapacağımızı bilemiyoruz. Boş vakitleri değerlendirmek üzere, hepsi de fena halde efor gerektiren ‘vakit geçirici’ etkinliklerin peşine düşüyoruz. Saçma sapan bir alışveriş bu! Her şeyi kendi hızında yapsak, vakti kendi içinde değerlendirmiş olacağız ve boşa çıkan vaktin içine ne koyacağımızı düşünmek zorunda kalmayacağız. Hayatın kendi ritmi var, o ritim içinde her iş tabiatına uygun biçimde işliyor. Biz kendi ritmimizi bu ritmin üstüne çıkarmaya çalıştığımızda, hayatın tabii seyriyle senkronize olamaz hale geliyor, bizden başka her şeyle uyumumuzu kaybediyoruz.
“Ne bu acelen yahu?” diye sordu yolda karşılaşanlardan biri. “Bilmem! Bir yerden bir yere başka nasıl gidilirdi, galiba hiç hatırlayamıyorum artık!” diye cevapladı şaşkın bir yüzle diğeri.
Trenle seyahat edenlerin gözlemlerini yazdığı nice eser var, romanlarda, hikayelerde, şiirlerde, hatırat ve seyahat kitaplarında tren yolculuklarında olan bitenler zengin bir dille uzun uzun anlatılır. Şimdi hızlı trenler o kadar hızlı ki, bütün bu hikayeler trenlere tutunamıyor, unutulmaz ayrıntılarıyla birlikte bir yerlerde düşüp kalıyor.
Frédéric Gros, ‘Yürümenin Felsefesi’ kitabının bir başka yerinde, bugünün insanının hâl-i pür melâlini yazmış: “Yaşamlarını ofiste klavye tıkırdatarak geçiren o dalgın, soyutlanmış insanları düşünüyorum. Dedikleri gibi ‘bağlılar’, peki ama neye? Saniyede bir değişen enformasyona, imaj, sayı, tablo, grafik seline bağlılar. İşten sonraysa doğru metroya veya otobüse giderler, yani hep hıza bağlıdırlar; bu sefer bakışlar telefon ekranına mıhlanır, parmaklar hafifçe de olsa hâlâ hareket halindedir, mesajlar, görüntüler akmaya devam eder. Ve daha günü görmeden akşam olur. Sıra televizyondadır, alın size bir ekran daha. Peki bu insanlar hiç toz kaldırmadan, birbiriyle temas etmeden hangi boyutta, hepsi birbirinin aynı hangi mekânda, yağmurmuş güneşmiş hiçbir şeyin fark etmediği hangi zaman diliminde yaşıyorlar? Yollar ve patikalarla bağı kopmuş bu hayatlar, insanlık durumunu unutturuyor onlara…”
Her şeyi bir an önce bitirmek ve sonra o yükten kurtulmak için yapıyoruz sanki. Neden? Bitirdiğimiz şeylerin yerine ne koyuyoruz? Neye, nereye yetişmeye çalışıyoruz? Bunca koşuşturmanın sonucunda nereye varıyoruz? Boşalttığımız her anın içi, artık gerçekten ihtiyacımız olup olmadığını bile kendimize sormadığımız başka şeylerle dolduruluyor. Telaş içinde onları da yapıp bitirmeye çalışıyoruz. Hiç bitmiyor bu koşuşturma! Sonunda bir şeyleri tamamlamış, bitirmiş, aşmış gibi de hissetmiyoruz.
Göçenlerin ardından, “Hiç gün yüzü görmedi!” diyoruz; ama niye görmedi diye sormuyoruz. Neden hiç gün yüzü görmüyoruz? Sahi neden günleri görmüyoruz biz? Hepimiz bu zamanın ‘Sisyphus’larıyız sanki! O kocaman kaya kan ter içinde kalarak çıkardığımız o tepeden sürekli geri yuvarlanıyor, bunu önceden biliyoruz ama sanki çaresiziz, çaresiz olduğumuza inanmışız, inandırılmışız, döngüyü bir türlü durduramıyor, dışına çıkamıyoruz.
“Kimi âlemle birlikte döner ha döner” dedi meczup, “kimi ne yapsa hep başa döner!”

