Nurettin Topçu’yu yâd ederken Süleyman Seyfi Öğün
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com haber yayımlıyor.
10 Temmuz 1975, Türk fikir târihinin en renkli ve egzantrik simâlarından birisi olan Nurettin Topçu’nun vefât târihidir. Aradan tamı tamâmına yarım asır geçmiş. Dün, TRT2’nin Göz Hizâsı programında kıymetli dostum İsmâil Kara ile berâber Nurettin Topçu’nun fikirleri üzerine zevkli bir sohbet gerçekleştirdik. Muhtemelen bugün neşredilmiş olacak.
Nurettin Topçu İstanbul’un kalbi olan Suriçi’nde doğdu. Çocukluğu ve delikanlılığı boyunca bir taraftan İstiklâl Harbi’nin heyecanlı iklimini teneffüs eden; diğer taraftan ise trajik olarak kurucu süreçlerin haşin kültürel siyâsetlerine mâruz kalan bir kültürlenme yaşadı. Duygularını ilk defâ Rehâ romanında ortaya koydu.
İstiklâl Harbi’nin rûhunu veren değerlerin, kurucu süreçlerde nasıl hırpalandığına şâhit oldu.
Liseden sonra Fransa’ya gitti. Orada üniversite ve doktora tahsilini tamamladı.
İki harp arası Fransız entelektüel hayâtı son derecede ilginçtir. Birbiriyle çelişen çok sayıda fikir Paris’te uçuşmaktadır. Bunlardan birisi de Maurras, Barrés ve Blondel’in temsil ettiği bir dâiredir. Topçu bunlardan inanç ile eylem arasındaki bağları kuran,
Katolik mistisizmini milliyetçiliğin merkezine koyan
Blondel’in fikirlerine alâka duyar. Sorbonne’da çok ses getiren
İsyan Ahlâkı
çalışması bu tesiri çok açık bir şekilde ortaya koyar.
30’lu senelerin sonlarına doğru memleketine döndü. Fikirlerini ilmek ilmek ilmek işlediği yazılar kaleme almaya başladı. Mâhut Hareket Dergisi’ni çıkardı. II.Umûmî Harb’in yaygın bir fakirleşmeyle berâber giden ve giderek artan keskin Batıcı pozitivist kültür siyâsetlerine karşı, hiçbir şeyi şahsîleştirmeyen çok soğukkanlı ve duru bir muhalefetti onunkisi. Ama daha mühimi, sohbetimizde İsmâil Kara’nın işâret etmiş olduğu üzere
1940’ların sonlarında Türkiye’yi bekleyen bir tercih
ile alâkalıydı.. Bu tercih Türkiye’yi NATO disiplinine sokuyor, Türkiye’nin amerikanizasyonunu doğuruyordu.
Söylemde kültür milliyetçiliği yapan merkez sağ siyâsetler
buna gönüllü olarak iştirak ediyordu. Topçu, DP’nin “Türkiye’yi küçük Amerika yapmak”, “Her mahalleden bir milyoner çıkarmak” idealine şiddetle itirâz ediyordu. Çok bütünlüklü bir bakışı vardı. Onun nazarında
kapitalizm, pozitivizm ilişkisi
son derecede kuvvetliydi. Merkez sağ,
medeniyeti maddîleştiriyor,
kültürü ise ondan kopuk ayrı bir yere yerleştiriyordu. Buna göre kültürü koruyarak medenîleşmek pekâla mümkündü. Sâid Halim Paşa, Mehmed Âkif ve Ziyâ Gökalp bunu savunuyordu. Nureddin Bey’e göre bu,
vahim bir “sosyolocya” hatâsıydı.
Hayâtın maddî tarafının kültürü nasıl dönüştürdüğünün farkındaydı. Eğer Yûnus’un ve Mevlâna’nın temsil ettiği Türk-Müslümân-Anadolu irfân ve ahlâkı yaşatmak isteniyorsa pozitivizm ve kapitalizmin dışında bir teklife ihtiyaç vardı. Topçu, hakîki mânâda entelektüel bir cesâretle
sanâyileşmeye ve kalkınmaya şiddetle itirâz etti.
Türk/İslâm mistisizmle yoğurulan kültürel değerlerimizi yaşatmanın yegâne yolu
toprağa dönmek ve Yûnus gibi yaşamaktan
geçiyordu. Komünizm eleştirileri ise ucuz Soğuk Savaş retoriğinden çok farklıydı. Daha çok kapitalizm eleştirilerinin bir türeviydi. Çünkü Marksizm, sanâyileşme ve pozitivizmden âri değildi. Onlar da bir
sosyolocya hatâsı yapıyor, sanâyileşmeyi kapitalist bir eksenden çıkararak devâm ettirip insânîleştirebileceklerini
zannediyorlardı. Topçu’ya göre mesele sanâyileşmenin kapitalist mi, sosyalist mi olacağı meselesi değil; bizzat kendisidir. Topçu ancak bütünlüklü olarak okunursa anlaşılabilir. Devleti, milleti ruhsallaştıran, millet elitlerinin (mistiklerinin) öncülüğünden dem vuran fikirleri boşlukta değildir. Fikirlerinin maddî zeminini oluşturan
sağlam bir ekonomipolitik teklifi
vardır.
Konvansiyonel sol, beklenebileceği üzere onu faşistlikle suçladı. Bu anlaşılabilir. Ama şaşırtıcı ve hazin olan konvansiyonel merkez sağın da Topçu’yu hep yadırgaması, anlamaması ve en nihâyetinde katı bir şekilde yargılayıp dışlamasıdır. Hayâlperestlikle suçladılar onu. Necip Fâzıl kadar Nihal Atsız da saldırdı ona. Topçu hiçbirisine cevap bile vermedi. Çevresinde toplanan az sayıda genç ile berâber ilkeli bir şekilde kendi yolunu tâkip etti. Teklifine
Ruhçu Anadolu sosyalizmi
dedi. Rousseau, Engels’in çöpe attığı romantik sosyalistler, Tolstoy, Mahatma Gandhi gibi isimlere olan hayranlığını her fırsatta vurguladı. Hiçbir kompleksi yoktu. Düşüncelerinin izlerini kimde bulduysa ona kim olduğuna, hangi cenahtan geldiğine bakmadan alâka gösterdi.. Soğuk Savaş’ın o karanlık günlerinde Topçu, Sabahaddin Ali’yi özlediği Türk hikâyeciliğinin gerçek temsilcisi olarak değerledi. Hareket Dergisi’nde onun için özel bir sayı tertip etti. Hem Amerikan hem de Rus emperyalizmine karşı tavır alan Mehmed Ali Aybar’a uzaktan da olsa hep saygı duydu. Hikmet Kıvılcım ile tanışmayı arzu etti. Tanıştılar ve doktorun muayenehânesinde Osmanlı toprak düzenine dâir uzun uzun sohbet ettiler. Yollarını elbette çok yanlış bulsa da Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idâmına karşı çıktı. Hattâ onları özde isyân ahlâkının temsilcileri ve ölçüsüz devlet cihazının kurbanları olarak gördü. Tabiî ki Topçu’nun bu çıkışları, merkez, anaakım dar görüşlü sağcıların gözünde kızıl komünizmi yeşile boyamaktan başka bir şey değildi.
Nurettin Topçu zor zamanlarda ilkeli düşünmek ne demek; bunun timsâlidir. İlkeli düşüncenin insanı nereye taşıyacağı baştan belli değildir. Ama ilkeli olarak hareket eden neticeleri umuruna koymaz. İlkelerinden emin olduğu için kompleksi de olmaz. Nureddin Bey, düşündüğü gibi yaşadı, yaşadığı gibi düşündü.
Zamân geçiyor. Bilhassa ölümlerden sonra pek çok şey unutuluyor. Yaşarken topa tutulanlar bile zamanla başka yerlere konuyor. Topçu’nun mirâsına baktığımızda bunu çok berrak görüyoruz. En yakın çevresi içinde bile çok az sayıda insanın onu anlayabildiğini görüyoruz. Ezel Erverdi Ağabey, Mustafa Kutlu Ağabey, Mustafa Kara ve İsmâil Kara Hocalar hiç şüphesiz bunların başında geliyor. Merkez sağ ise onu parlak; lâkin uyuşturucu bir anma söylemiyle vitrine koymakla hem bir bakıma için için günah çıkarıyor hem de onu perdeliyor. Doğrusu Nurettin Topçu yeni nesillere tesir edebilir mi, bilemiyorum. Bir Z Kuşağı onu okur mu; okursa nasıl okur ve yorumlar; bu da bir meçhûl. Ama en azından Topçu’nun eserlerinin ulaşılabilir olması bir vazife. Ezel Ağabey ve İsmâil Kara’nın hakikâten çileli bir emek mahsûlü olan külliyâtı Dergâh Yayınlarından iki cilt olarak neşredildi. Bu çalışmanın ehemmiyeti
kronolojik bir sıra tâkip etmesi.
Hâliyle Topçu’nun her yazının hangi bağlamda yazdığını bilerek okumak mümkün olabilecek.İsmâil Kara Hoca ile yaptığımız zevkli sohbetin tadı zihnimde tâze olarak meraklıları bu külliyattan haberdâr etmek istedim. Bu vesile ile Topçu’nun hâtırası önünde saygıyla eğiliyorum..


