“O benlikler hep vehm ü gümanındır” İsmail Kılıçarslan
Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
Bilinen hikayedir. Büyük müfessir Fahreddin Razi, sıcak bir günde pazarda dolaşırken bir buz satıcısının, buzlarını şöyle çığırarak sattığını işitmiş: “Sermayesi her an eriyen bu adama merhamet edin. Sermayesi her an tükenmekte olan bu zavallıya yardımcı olun.”
Razi, kendisine “Asr Suresi’ni nasıl tefsir edersiniz?” diye soranlara bu manzarayı anlatıp “Asr Suresi’nin tefsiri budur” dermiş.
Yusuf Atılgan’ın “Bir şey var, ama eksile eksile var” dediği yer midir peki burası? Zamanı “insan zamanı” olarak değerlendirir de çizgisel olarak ele alınırsanız evet ve elbette. Bu durumda insan bir eksilme biçimi olarak yaşar ve eksileceği bir şey kalmadığında da ölür.
İş, zamanı “dairesel” olarak ele almaya geldiğindeyse değişir. Bu kez kendi içinde sonsuz bir döngü olarak zaman, doğmuş olmanın tamlığı ile ölmüş olmanın eksikliği arasında bir fark oluşturmaz. Dönerek, devrederek, kendi içinde olup biterek zaman.
İnsanın ele alışları çizgiseldir. Bir noktadan bir diğerine gitmenin yordamını da bu çizgisellikte görür. Hatta çizgisel olanı mutlaklaştırarak “ilerlemekten başkası yoktur” noktasına gelir genellikle. Oysa ilerlemek ve çizgisellik mutlaklaştırıldığında insanın yorgunluğu dağı taşı tutar.
“Haydi demiş” miskinin biri arkadaşına, şimdi kalkmazsak şu yaklaşan ateş bizi yakacak. Ağzında tütünü ile bekleyen diğer miskin cevap vermiş: “Hele ateş yaklaşsın, şu çubuğumu yakayım da, nasılsa kalkarız.”
İnsan ne çubuğunu yakabiliyor ne keyfine bakabiliyor artık.
İnsanın hüsranda olmamasının yolu, söyleyin bana, çubuğunu yakmanın bir imkanını bulmak mıdır yoksa sermayesinin nasılsa eriyeceği hakikatine uyumlanmak mı?
Cevabı ararken Muallim Vahyî çıktı karşıma. Mehmet Akif’in bir tanışı. Zaten, onun dergisinde yazmış işte şu satırları: “Âdemoğlunun her hayat sahibi canlı gibi an be an –velev ki insan zamanla mukayyet bir büyüme ve tabiatını tamamlama namzedi olsa da- hüsran ve zevale, ziyan ve hayale doğru koşup gittiğini haber veren Asr suresinin hemen başında Allah’ın bir zaman unsuruna yemin etmesi, zamanın bu yeminle şeref kazanması ne kadar da anlamlıdır! Nitekim hüsran ve ziyanımızın, zeval ve helakimizin gerçekleşmesi bizim ancak “zaman” diye adlandırdığımız bir sınırlı durum ve/veya nispet ile değil midir? İşte zamanın bu durumunun bize bakan yüzü bizce ne kadar önemli ve muteber ise, Hakk’a bakan yüzünün de o derece hürmete layık ve saygıdeğer olduğu ikindi vaktine yemin edilmesiyle ayette beyan buyurulmuştur.
Nitekim “Dehre sövmeyiniz. Muhakkak ki Allah Dehr’dir.” hadis-i şerifi de bize ilahî zamanın Allah’ın mutlak bir fiili olduğunu, buna göre ikindi (asr) ve duha vaktinin, sabah ve akşam zamanının rabbani mukayyet bir fiil olduğunu açıkça göstermektedir. Gerçekten de insan başını iki avucu içine alıp da kendini bir düşünse, doğal varlığının varacağı en son merhalenin ne olduğunu anlamak istese, derhal bunun hüsran ve zeval, ölüm ve hayal olduğuna hükmedecektir.
Bir filozofun dediği gibi, “günleri geçirdiğimizi değil, kendimizin geçip gittiğini, ziyan ve iflas uçurumuna düşmekte olduğumuzu açık olduğu kadar acı bir biçimde de hissederiz. İşte hayatımızdaki sık tekrarlanan bu duygudan, en amansız ve kapkaranlık yarın endişesinden kurtulmak şüphe yok ki en büyük adamlık ve bahtiyarlıktır.”
Bana soracak olursanız… Hem çubuğumu yakayım diyorum, hem sermayemin eriyip gittiğini seyre dalayım. Belki seyir vardır seyir içinde de oradan kendime bir yol bulmayı deneyebilirim.
Şeyh Galip söylesin o halde: “Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır / Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır / Devrân olalı devrân erbâb-ı safânındır / Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır”


