Önce söz vardı.. Süleyman Seyfi Öğün
Yenisafak sayfasından alınan verilere göre, SonTurkHaber.com bilgi veriyor.
Yuhanna İncil’i bu ifâde ile başlar. Elbette bunun teolojik yorumu çok katmanlıdır. Bahsi geçen boyutlar günlük konuşmalarda ihmâl edilir ve metinlerdeki incelikleri ıskalanarak kullanılır. “Önce söz vardı” ifâdesinin nasıl dünyevîleş-tirildiğine pek çok şâhit olmuşumdur. Günlük dilde bu ifâdeden anlaşılan, “Söylenen her neyse ona bak” kabilinden bir şeylerdir. Bunu veri alacak olursak, toplumsal hayatta, bilhassa siyâsette söylenen sözler çok defâ üzerinde düşünülmeden, siyâkı sibâkı ıskalanarak en düz ve doğrudan alındığını görürüz.. Bunun sayısız yanlışa sebebiyet verdiğini düşünüyorum.
Dil o kadar esnek ve büklümlüdür ki, insan zekâsı onun hudutsuz imkânları içinde sayısız manevra yapabilir. Eskiler gırtlağının dokuz boğumlu olduğuna işâretle, insanın edeceği lâfı her boğumda bir durdurup tartması gerektiğini tavsiye ederlerdi. Hatta bir büyüğüm bana, “Eğer lâfı birinci boğumdan hemen çıkarırsan seni taşlarlar. Ama aynı lâfı işleyerek son boğumdan verirsen bu defâ başına taç takarlar” demişti. Günümüz baskın kültüründe sanki bu boğumlar yok oldu. Büyük bir ekseriyet lâfı daha birinci boğumdayken, olduğu hâliyle çıkarıyor. Bu biraz da
duygu samimiyeti ve dürüstlüğü
olarak teşvik ediliyor. Doğrudan kırıcı ve yıkıcı ifâdelerin hâricinde kalan, görece dolaylı ifâdelerin ekseriyetinin ise
imâ ve tehdit yollu
olduğunu görüyoruz..
Eğer medenî durumu insan için
hesaplanabilir bir geçim dünyâ yaratma becerisi
olarak anlarsak medenî dil üzerinden inşâ edilen ilişkilerin hep
dolaylı
bir mâhiyet taşıdığını görebiliriz.. Bu dolaylı ve katmanlı ifâdeler en az mâliyetli olarak herşeyi söylemeyi mümkün kılıyor. Neticede doğrudan ifâdelerin elektrik yüklü bulutları da bu sûretle topraklanarak devre bırakılmış oluyor. Tabiî ki dilin de, bilhassa edebiyat üzerinden kendisini geliştirmesi ve bu kültürel topraklamaların imkânlarını hazırlamış olması gerekir. Medeniyetin bir toplumsal niyet olmaktan çıkıp hayâta geçmesi büyük ölçüde buna bağlıdır.
Doğrusu biz Müslüman Rûmî Türklerin târihsel olarak böyle bir avantajımız vardı. Osmanlı Türkçesi buna fersah fersah yetecek bir zenginlikteydi ama modernleşme târihimizde çok vahim bir hatâ yaparak, bu birikimi kendimize yabancılaştırarak reddettik. Yerine de fazlaca bir şey koyamadık. Ağır bir medeniyet kaybına uğradık. Modern Türkiye’de günlük hayatta şiddetin tırmanmasında boşluğun mühim bir payı olduğunu düşünüyorum.
Kendisini ifâde etmekte zorlanan insanlar, bilhassa az zaman zarfında sert biyolojik değişimler yaşayan gençler arasında şiddetin hızla yaygınlaşması tam da bunu gösteriyor.
İfâde kısırlığı şiddeti çağırıyor ve kışkırtıyor. Bizzat şiddet bir dil hâline geliyor. Bu arada kaydedelim; sâdece gençler değil, yaşlı başlı, kerli ferli orta yaşlılar, hatta yaşlılar da bundan nasibini alıyor. Eskiden gençler taşkınlık yapsalar da, ki çoğu bugün mâsum kalır, üst perdeden tatlı sert konuşan yatıştırıcı bir olgunun sesi duyulur ve vasattaki elektrikli hava dağıtılırdı.
J.Elul “Sözün Düşüşü”nü yazmıştı. Herkesi kışkırtan, şımartan ve çocuklaştıran tüketim kültürü söze fazla ihtiyaç duymuyor.
Narsisist bir bireyselleşmeye karşılık gelen, hınç yüklü, meydan okuyucu, dayatmacı bir gösteri ve gösteriş dili türemiş vaziyette
. Kelimeler giderek azalıyor, kalanlar ise birden fazla yük yüklenerek usturalaşıyor ve yeni dilin hizmetine giriyor. Dilsizleşen bir dünyâda medeniyet endişeleri yaşamaz Unutmayalım, Batı’nın medeniyet iddiasının arkasından Fransızca, İngilizce ve Almanca çıkar. Bu itibârla biz Türkler maalesef bu gidişâta en hazırlıksız ve müdafaasız yakalananlardanız. Dilsizleşen bir dünyâya kendi dilimizi yıkarak çok erken dâhil olduk.
Diplomasi medenî diller arasında en incelmiş olanlardan birisidir. Başarılı diplomasi savaşı diliyle topraklar. J.Elul hayıflanarak “Söz düştü” diyordu. H.Kissinger’ın son eserlerinden birisi “Amerika’nın Yeni bir Dış Politikaya İhtiyacı var mı?” başlığını taşıyordu. Aslında bu,
diplomatik dilin düşüşüne işâret eden, âdeta diplomasiye yazılmış bir mersiye
olarak da görülebilir. Diplomatlar diplomasinin dilinden elbette vazgeçmediler. Ama mesele bu değil. Mesele, diplomatik dil ile kurulan söylem ile gerçekler arasındaki kopuştur. Bugün diplomatik beyânatları dinlerken kelimelerin avâra kasnak gibi döndüğü hissine kapılmaktan kendimi alamıyorum. Necip Türk matbuâtının haber yorumcularının; sağdaki soldaki hâricîyecilerin, sefirlerin verdiği beyânatlara dayalı doğrusal değerlendirmeler yapmasına aldanmayın derim. Buralardan beklenti devşirmek, önünü görmeye çalışmak çok hazin neticeler doğuracaktır. İnanmayın derim.. İşbu ahvâlde
dürüst haber kaynaklarını tâkip edip sâhaya bakmak
yapılacak en doğru iş olsa gerekir.
Buraya kadar yazdıklarım bir medeniyet medhiyesine kendimi kaptırdığım intibâı doğurmamalıdır. Medenîyet tek başına biteviye bir incelmeler süreci olarak görülmemelidir. Onun aslında
derinlerde nasıl bir disiplin ağı oluşturduğunu
görebilecek kadar Freud, Elias ve Foucault’dan haberdârım. Medeniyet iddiasının kendi kendisini sönümlendiren kırılgan bir mâhiyeti vardır. Medeniyetin inşâ ettiği
disipline dayalı ilişkilerin devâmlılığı,
yâni
, şu veyâ bu sâiklerle ona rızâ göstermenin
devâmlılığı
olmadan, onun incelen ve incelten dilinin yaşaması da pek mümkün değildir. Bu durumda, inandırıcılığını kaybeden medeniyet dil ve söylemi karşılık bulamaz ve kendi kendisini aşındırmaya başlıyor.
İnceltme işi aşınmayla eşleşiyor
. İncelikler sun’ileşiyor, sahteleşiyor, kendi başına tuhaf bir salınım yaşamaya doğru savruluyor. Medeniyet düşmanlığının anlayış gösterilecek tarafı elbette yok. Ama onu anlamak için yapılacak şeylerden birisi, kabalığın ve şiddetin tırmandığı bir dünyâda boşluğa düşen, incelik iddiasını kendisi için ve kendi içinde çalıştıran beyhûde bir medenîlik iddiasının ona nasıl da su taşıdığını kavramak olabilir.


