Psikolojik savrulmaya karşı çıkmak Ömer Lekesiz
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak bilgi yayımlıyor.
Gazze ölüyor!
ABD-İsrail vahşetinde silahlarına karşı direnenler açlığın pençesinde can veriyor.
SiyoNazi
bakanlarından biri mazlumları aç bırakarak öldürmeyi
başarı
olarak gösteriyor. Bir deri bir kemik kalmış çocukların, kadınların, paketleri yırtılıp yerlere saçılmış undan bir avuç olsun kurtarmaya çalışan avurtları dişlerine geçmiş babaların, kardeşlerin görüntüleri o başarıdan birer örnek olarak servis ediliyor medyaya, daha “insanlık öldü mü?” sorusuyla insana mahsus olmadığı ve dolayısıyla asla bir insan eylemiyle nitelenmesi belli olduğu halde…
O halde nasıl oluyor da SiyoNaziler ve müttefikleri insan tanımında ortak olabiliyorlar? Gazzelileri aç bırakmakla övünen o SiyoNazi bakan, nasıl oluyor da hâlâ insanların içinde yaşamaya devam edebiliyor? Onun bir
bel hum edal
olduğunu bile bile mefluç vicdanlarıyla onu destekleyenler onunla aynı aşağılık konumu paylaşmış olmuyorlar mı? Gazze nedeniyle merhamet ehlinin ruhen savrulmasına karşılık olarak mı sürdürüyorlar varlıklarını; savrulanın savruluşlarında da zillete düşüp, insanlıklarından utanmaları, hayattan soğumaları, acizyetin, güçsüzlüğün dibine inmeleri ve böylece ruhsal yönden de SiyoNazi zulmüne karşı çıkamayacak, bir hayat ve hareket, küçücük bir direnç belirtemeyecek seviyeye düşmeleri mi için mi?
Psikolojik savaşa
dair olan bu soru, Gazze’yi yazanın kendi çaresizliğini yazıyor olma, yazmayanın farklı temalarla yazdığını ondan bir kaçış gibi görme gelgitinde savrulanın varlığını bizzat bilmem nedeniyle beni korkutuyor. Kendime tanıklığım bir yana, hatırını sormak için aradığım bir yazar refikimin “Biraz önce Gazze’den yine kötü bir haber aldım. SiyoNaziler, gıda yardımı alabilmek için yollara düşmüş bir gruptan otuz altı kişiyi daha şehit etmişler. Elim ayağım döküldü. Okuduğum kitabı kapattım. Şimdi acizliğimi düşünüyorum sadece” deyişi karşısında ürpererek, sorulara boğularak, onun savuruşuyla savrularak müşterek halimizden korktuğum gibi…
Bu durum bana, zillette maruz kalmanın berisinde zillete mahkûm olma ve bunu kabullenme halini dayatıyor. Nitekim, “Kadın, çocuk, ihtiyar demeden elimizin erdiği herkesi fiilen, onlarla aidiyet kurabilenleri de manen yok etmek kastıyla öldürüyoruz. Böylece bir grubun ölümüyle bir ümmetin ölümünü hedefliyoruz. Bu en büyük başarımızdır.” şeklindeki SiyoNazi sözleri her yönden kulaklarıma doluyor. ABD-İsraili’nin Gazze’deki soykırımı, açlığı gündemden düşürmek için kuduz bir köpek gibi Suriye’ye yaptığı saldırıları da asla umutsuz değil ama yer yer kırılmış bir umuyla yine zikrettiğim minvalde değerlendiriyor ve izliyorum.
Bu çifte savrulmaya karşı, iyi tahkim edilmiş bir tutumun gerekliliğini unutuyor değilim. Hatta ilk tepkim böylesi bir unutmayı unutmanın kendisinedir. Zira söz konusu vahşet ben yaşarken olduğu gibi, ben “Gazze’de kardeşlerim var” dediğim için de oluyor. Dolayısıyla SiyoNazi vahşet hem fiili hem de manevi boyutta Gazze’den ümmete doğru yayılmak isteniyor.
Ben yaşarken olanı, ben henüz yokken bezer bir düzeyde olan -hiç unutmadığım ve asla unutamayacağım- diğer bir olayın bilgisiyle birleştirerek, böylece bana dayatılan savrulmaya karşı itirazımı inşa etmeye yöneliyorum.
Unutmadığım olay Kudüs’ün Haçlılar tarafından işgal edilmesidir. Orada 20.000 Müslüman’ın çocuk, kadın ayrımı yapılmaksızın katledişlerinde tarihçi dikkatine takılan onların katlediliş şeklidir. Bebeklerin kafalarının duvarlara vurularak ezildiğini, kadınların ve erkeklerin kendi elleriyle yaktıkları ateşlere atıldıklarını, öyle ki işgalinden altı ay geçmesine rağmen Kudüs’te yanmış insan eti kokusunun hiç eksilmediğini bizzat katillerin tarihçileri -övünmek kastıyla- yazıyorlar.
Tam burada “İyi de o vahşeti Hıristiyanlar yapmıştı” hatırlatmasında bulunabilecek olanları, SiyoNazi terimine yakından bakmaya davet ediyorum. İlk defa
Yeni Şafak
gazetemizin mahir editörleri tarafından kullanılan SiyoNazi terimi, Siyonistlerle Hıristiyanları birleştiren bir terimdir. Nitekim Batılılar Yahudilerle siyasi bağlarını ve vahşette yardımlaşmalarını Eski ve Yeni Ahit üzerinden temellendirmiyorlar mı?
Kudüs’teki Haçlı işgalini 1187 yılında
Selahaddin Eyyubi
bitirdi. Sonrası malum… Haçlılarla Müslümanlar arasında birkaç kez el değiştiren Kudüs, Yavuz Sultan Selim eliyle 1516’dan 1917’ye kadar kesintisiz olarak huzuru ve güveni yaşayan bir şehir haline getirildi. Bugünkü Kudüs ise 1917’deki İngiliz işgaliyle başlayan karmaşanın, çatışmanın, işgalin, zulmün ve vahşetin adresi…
Olanlar nedeniyle ferdi savrulmaya ve bu savrulmayı -psikolojik savaş esasında- İslam ümmetine yaymak isteyenlere
karşı çıkmak
demiştim.
Örneğimi nasipse izleyen yazımda vereyim.


