Sergileme, teşhir ve eser arasında Ömer Lekesiz
Yenisafak sayfasından alınan bilgilere göre, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
Önceki yazımızda
Kur’an’ın
bir sergievinde
sergilenmesinde
, seyredenin gerçekten neyi ne oranda gördüğünün öncelikli bir soru olarak karşımıza çıktığını belirterek, gösterenin gösterdiğiyle, gösterilenin de gösterilme şekliyle pornografik kanıksamanın bir unsuru haline gelebileceğini ve böylece sergilemedeki “başkaları da eserden nasiplensin” şeklindeki iyi niyetin hiç hesaplanmamış bir kötülüğe dönüşebileceğini ifade etmiştik.
Buradaki
kanıksamadan
kastımız, bir seyir nesnesi olarak
herkese
görünen
ama
kimseye ait
olmayanın
, yani kendini herkes için sergileyen ama hiçbir kimseye kendisini
vermeyenin
bu ait olmayışından / vermeyişinden kaynaklanan
psikolojik uzaklığın
kanıksanmasıdır.
Oysaki Kur’an’dan söz ettiğimiz yerde, onun “göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle” bilen (Bakara, 2/33), eşsiz Kudreti ve takdiriyle “Yaş ve kuru ne varsa hepsi”ni “apaçık bir kitapta” (En’âm, 6/59) toplayan/yazan Allah’ın, peygamberi aracılığıyla ırk, yaş, sosyal rol ve seviye ayırmaksızın herkes için inzal ettiği
vahyinden
söz ediyoruz demektir. Herkes için verilmiş olması ise herkesin kendi ilim, idrak, tevil ve tefsir düzeyine göre ondan bir
nasibinin
, kendisine mahsus bir
payının
bulunmasıdır.
Kur’an’la kurulan ilişkilerin düzeylerindeki bu farklılık aynı zamanda Kur’an’la kurulan
yakınlığın
karinesi olsa da asıl sabit olan şudur:
Temyiz
kabiliyetine sahip her
mümeyyiz
kendi niyet, ilim ve idrakine göre Kur’an’a her zaman ve her durumda
yakındır
. Buna göre temyiz ehli olan herkesle,
temizlik şartı
na (Vakıa, 56/79) tabi olarak Kur’an’la arasında maddi ve manevi anlamda bir
uzaklık
yoktur. Bilakis ezberlenen ve okunan bir kitap olarak onun yakınlığı hafızaları da yazı yoluyla sûretlendirmeyi de kuşatmıştır.
O halde artık Kur’an ile uzaklığın doğurulmasının değil ima bile edilmesinin ve yukarıda zikrettiğimiz şekliyle bunun bir kanıksanmaya yol açmasının sakıncaları üzerinde durabiliriz.
Bir mushafın korunaklı bir mahfazada çoğunlukla sadece iki sayfası açık olarak sergilenmesi, mezkur uzaklığın kanıksanması temelinde, herkesin görmesi ama kimsenin sahiplenememesi temelinde -onca yakınlığına rağmen- onu
bütününe
ulaşılması imkânsız bir
sergi nesnesine
dönüştürmez mi?
Bu durumda zaten
ufku olmayan
televizyonun ve sanal medyanın tahakkümüne maruz kalmış bulunan bir müminin, Kur’an’la doğrudan ilişki kurması da kutsiyet kaygılı olarak aynı ufuksuzluğun içine çekilmiş olmaz mı ve böylece Kur’an’la onun arasında Batılı anlamda Tanrı’dan korkma nedeniyle uzak durma tutumu olan
kutsallık
(sacredness), İslam zihniyetindeki asıl Allah’a
çok yakın
olma algısından doğan korku etkili kutsiyetin yerine ikame edilmiş olmaz mı?
Konuya Kur’an’ın belli sayfalarının röprodüksiyonundan ve bunların sergilenmesinden baktığımızda sorularımız daha da artmaktadır. Zira işitme, itaat ve dolayısıyla iman ve amel esaslı bir manzumeden
aparılmış
bir parçanın (burada sayfaların) kendi şartlarında yani mushafa tabi olması söz konusu değildir. Zira burada mezkur manzumenin salt gösterme kastında parçalanmasıyla karşı karşıyayız demektir ve buna göre röprodüksiyona tabi tutularak sergilenen sayfa(lar), aslından/bütünden bir parça olmaktan çok, sergileme mantığı içinde sanki o kenedinde bir bütünmüş gibi kendisini seyredene dayatmaz mı?
Öte yandan sergilemeye, İslam zihniyetindeki
teşhir
tutumundan baktığımızda da daha baştan birçok çelişkinin ve çatışmanın içine düşeriz. Zira teşhir, zuhur etmenin bir kipi olarak varlığın
zorunluluğudur
yani varlığa / zuhura çıkmak bizzat teşhir olunmaktır.
Bu manada İslam, insan nefsinin bir tezahürü olarak teşhir etme/edilme arzusunun da
vasatında
durmayı emretmiştir.
Mesela meali “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Ne yeri yarabilir ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin.” şeklindeki İlahi emirden baktığımızda (İsra, 17/37), bir kimsenin “üstünlük saydığı bir husustan dolayı övünür bir durum alıp kabarması, kurulması, tafra satması” anlamındaki
böbürlenme
, zikredilen yürüyüşteki teşhir kastını da ihtiva ederek, onu kendi kiplerinden biri haline getirdiğine göre, bundan hareketle her bir sergilemenin de teşhirin
kanırtılması
olduğuna hükmedebiliriz.
Yine de
sergi
karşıtlığı
esasında dile getirdiğimiz bu hususların tamamı, son tahlilde şu hakikate toslamamıza mani değildir:
Dünyada bir iz bırakma anlamında eserin eserliği, sanatçının dışındaki kişiler tarafından görülmesini gerektirir. Bu manada “Eser, eser olarak kendisi aracılığıyla açılan alana aittir.” diyerek onu tapınak mimarisinden verdiği örnekle kutsiyetin de içine çekip yeryüzüne mal eden
Heidegger
haklı görünmektedir.
O halde konuya buradan da bakmalıyız.


