Sergisiyle sergilenen sanatçının dilemması Ömer Lekesiz
Yenisafak sayfasından alınan bilgilere göre, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
Sanatımız gelişiyor!
Bez tuvaller sanatçının sanatını icra etmesine artık yeterli gelmediği için nicedir yer-yüz-ü parçası olma esasında açık ya da kapalı mekanlar enstalasyon için tuval işlevi görüyor ve bu sayede artık sanat bir şey üzerine işlenmiyor, mekanın kendisine yerleştiriliyor ve hatta dijital / sayısal sanatla mekan şartının da ötesine geçilip -çoğu elektronik miyavlamalar eşliğinde- fizikselliği aşma iddiasıyla çok acaip numaralar çekiliyor.
Öte yandan eski tarz el emeği göz nuru işlerde de gelişmeler var. Hüsn-i hat’ta ahşap kapı doğrama tarzlarına taş çıkartan kübik arayışlar büyük ivme kazanmış bulunuyor mesela. Bu ebru, tezhip, minyatür gibi işler için de geçerli elbette; Mevlânâ türbesinin minyatürleştirilmiş yeşil kubbesinin üstünde eciş bücüş semazenler yarı çıplak raks ediyor…
Sanatımız gelişiyor(!) ama her nedense sanatın teşhirine / sergilenmesine mahsus problemler hiç değişmiyor, bilakis özel ideoloji de yüklenmiş olarak devam ediyor. Öyle ki sanatçılar ve küratörler Batının sergileme ideolojisini peşin peşin satın aldıkları halde yine de bunda herkesin içine sinen bir mutabakat sağlayamıyor; her seferinde sergilenebilir olan ve olmayan işler ayrımına toslayarak önce kendileri huzursuz oluyorlar.
Söz konusu problemin çözülemeyişini kendi gündemimden biliyorum. İlk defa 2017’de dile getirdiğim bu konuyu 2022’de tekrarlamışım. Şimdi 2025 yılındayız ve 2017’deki durumdan farklı bir yerde değiliz.
Bu bahiste sergilenebilir olan ve olmayan ayrımına geçmeden önce Galeri Mekânının İdeolojisini Beyaz Küp temelinde işleyen Brian O’Doherty’nin birkaç tespitini -mezkur ideolojik ayrımı vurgulamak bakımından- hatırlatmam gerekiyor.
Beyaz Küp, İrlandalı heykeltraş, enstalasyon sanatçısı ve eleştirmen Brian O’Doherty’nin 1970’lerde tartışmaya açtığı bir kavram.
Mevcut galeri mekânını yani Beyaz Küp’ü “Biraz kilise kutsiyeti, biraz mahkeme salonu resmiyeti, biraz deney laboratuvarı gizemiyle şık bir tasarım hoşluğu” olarak tanımlayan O’Doherty, “Bir orta çağ kilisesi inşa etmek için uygulanan kurallar ne kadar özenliyse, galeri mekânının inşası için uygulanan kurallar da aynı özene sahiptir. Dış dünyayla her türlü temas engellenmelidir, dolayısıyla pencereler genellikle yok edilir. Duvarlar beyazdır. Ana ışık kaynağı tavandır. Ahşap parkeler kendi ayak seslerinizi duyabileceğiniz kadar cilalıdır ya da sessizce adım atabileceğiniz şekilde halı kaplıdır, gözler duvarlardadır. Sanat, hani derler ya, 'kendi dünyasında' bir olgudur. O mekânda görebileceğiniz tek eşya belki bir masadır. Böyle bir bağlam da ayaklı kültablası bile kutsal bir nesne statüsü kazanır: hani modern müzelerde yangın söndürme cihazlarının bile bazen estetik bir nesne sanılması gibi. Modernizmin yaşamı biçimsel değerlere dönüştüren algısı böylece başarıya ulaşmıştır. Ama tabii ki bu, aynı zamanda, modernizmin o ölümcül hastalıklarındandır. Gölgesiz, beyaz, temiz, yapay galeri mekânı estetiğin teknolojisine adanmıştır.” sözleriyle tanımlıyor ve ona estetik ideolojisi içinde bir yer belirliyor. (Tercüme: Ahu Antmen)
Bu kadarcık alıntıdan da hemen anlaşılacağı gibi ilk bakışta hınzır, ironik, put kırıcı bir retoriğe sahip O’Doherty. Ancak problemi belirlemede çok mahir olsa da onun çözümüne ilişkin tek kelime etmiyor yani onu göz hizasına asıyor ama nasıl indirileceğini söyleyemiyor.
Mesela bir mekân olarak galerinin nesneyi nasıl yuttuğunu ve nasıl doğrudan o nesnenin kendisi haline gelmesini; bir yer olmaktan çıkarak bir göstergeye dönüşmesini ve giderek sanatsal maceranın kendisi oluşunu inceleyip, “estetiğin bir tür sosyal elitizme (…) ticarete dönüştürüldüğü (…) ‘pahalı’ bir yer” olduğunu, içlerinde sergilenenlerinse, “kulübün üyesi değilseniz” sanatın zorluğu cihetinden anlaşılamadığını söyleyerek “Seçkin izleyiciler ve anlaşılması güç nadide nesneler; bunlar, sınırlı üretim sistemlerimizi, değer biçme biçimlerimizi ve genel olarak sosyal alışkanlıklarımızı yansıtan sosyal, finansal ve entelektüel züppelikler (ya da en azından o züppeliklerin parodisi) değil midir?” diye soruyor ama “modernizmin o ölümcül” hasatlığına karşı bir alternatif üretmiyor.
Bizim sanatçımızın kendi sergisiyle sergilenme dilemması da tam buradan başlıyor. Öyle ya, kendi sanatını yapıyor ama eserini ve dolayısıyla kendini Batılı galeri mekanının ideolojisine göre teşhir ediyor!
Bunun bir adım sonrasında ise müzelik olmak var.
“Hayatın kendisi müzedir” diyerek sanatçının daha yaşıyorken müzelik olmasının ölümcül ağırlığını yumuşatmak kısmen mümkün olsa da, kulağa hiç hoş gelmiyor.


