Sesin sözü bastırdığı yer! Gökhan Özcan
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak haber yayımlıyor.
Herkes her şeyin ve her yerin ne kadar gürültülü olduğundan şikâyet ediyor. Bunun tersi olsa, mesela mutlak sessizliğe yakın bir sessizlik ortamı oluşturulabilse insanlar böyle bir yerde yaşamayı ister miydi? Dünyada hâlâ insanların ulaşamadığı yerler var, muhtemel ki bir kısmı son derece sessiz ortamlara sahip! Ancak seyahat aşkıyla yanıp tutuşanlar, genel trendlerden anlaşılıyor ki böyle sessiz yerlere gitmek istemiyor pek! Aksine gözde tatil adreslerinin belki de tamamı oldukça gürültülü yerler. İnsanların kahir ekseriyeti sessizliğe yönelmiyor, bu gerçek! Tatile çıkacak parası olanlar tam tersine bir eğilimde; sesin, desibeli yüksek eğlencelerle birleştirildiği beldeleri tercih ediyorlar genellikle. Sadece tatiller için geçerli değil bu durum; şehirler büyüdükçe gürültüleri de büyüyor ama gelin görün ki yine insanların büyük kısmı büyük şehirlerde yaşamayı seçiyor. Yaşamayanlar da bir şekilde büyük şehirlere kapağı atmak için yanıp tutuşuyor.
O zaman akla gelen soruyu açıkça soralım: İnsanlar neden gürültülü ortamları sessiz sakin yerlere tercih ediyor? Neden kalabalık ortamlar, sessiz ortamlardan daha çok müşteri buluyor? Bir tarafta gürültü, kargaşa, kalabalık, diğer tarafta sükûnet, tenhalık ve huzur! Neden çoğunluğun tercihi ikincilerden yana değil?
Sessiz, sakin, tenha ve huzurlu yerlerin, bizi neredeyse zorunlu olarak kendimize dönmeye mecbur ettiği için olabilir mi mesela? İç sesimizin tenhada sesini bize çok daha rahat duyurabileceğine şüphe yok, bundan kaçmaya çalışıyor olabilir miyiz mütemadiyen? Kulakları sağır eden bunca gürültüyle beraber yaşamayı seçerek, içimizin bize söylediklerini bastırmaya, duyulmaz hale getirmeye çalışıyor olabilir miyiz? Tam böyle değildi belki başlangıçta her şey; ama inkar edilemez gerçek o ki böyle şimdi, tam olarak böyle!
“Günümüzde sessiz kalmak zor, sessiz kalamamak da insana huzur ve sakinlik veren o iç sözü duymamızı engelliyor. Toplum bize durup kendimizi dinlememizden ziyade bütünün parçası olabilmemiz için gürültüyü kabullenmemizi telkin ediyor. Bundan ötürü bizzat bireyin yapısı dönüşüme uğruyor” diyor Alain Corbin, ‘Sessizliğin Tarihi isimli kitabında.
Dönüşüme mi uğradık gerçekten? Nasıl inkar edelim ki, ahvalimizin bize söylediği bu! Kendimize sağır yaşamayı kendimizle iç içe olmaya tercih ediyoruz, hem de her geçen gün daha fazla! Ne kadar dramatik! Adeta uğultuyu söze tercih etmek gibi bir şey bu!
“Ne kadar gürültülü burası, seni duyamıyorum!” dedi oturanlardan biri. “İyi ya işte, mutluyuz yani!” diye cevapladı diğeri. Aslında yine duymamışlardı birbirlerinin ne söylediğini. Güvendeydiler tamamen, sözler dokunamazdı hayatlarına!
Corbin’in kitabından birkaç cümle daha okuyalım: “Sessizlik biçim değiştirmiş bir sözdür. Hiçbir söz kendi başına var olmaz; kendi sessizliğiyle kaimdir ancak. En ufak kelimenin içinde bile ondan ayrılması mümkün olmayan bir sessizlik vardır.”
Sessizlik sesin olmadığı yerdir, sözün olmadığı değil! Sessizlik bunu sesle yapmaz belki ama fazlasıyla konuşkandır. Üstelik sessizlik dosdoğru söyler sözünü; eğip bükmeden, yalana dolana karıştırmadan, hesap kitap yapmadan… Sessizliği dinlemek cesaret ister bu yüzden; kendinle yüzleşmek demektir çünkü! Galiba bunu yapacak cesaretten yoksunuz artık! İnsanı, kendimizi, iç sesimizi, en derin yerinden söyledikleriyle duyup işitmek bizi kendimizle yüzleşmeye mecbur eder; kim yapabilir bunu bugün, hangimiz açabiliriz buna tamamen kulaklarımızı, nasıl bozarız bizi kendimizden saklayan bu oyunu?
“Ağız dolusu konuşuyoruz gün boyu” dedi beyaz saçlı adam, “ama günün sonunda asıl söylenmesi gereken sözler hep içimizde kalıyor!”


